30 Mayıs 2015 Cumartesi

Devrim Tayanç Malyalızade Röportajı


       Y B – Kendini görsel sanatlarda kanıtlamış bir sanatçı-öğretmen için çok klasik bir soru olacak ama; Sanatçının sanatını ifa etmesi, nefes alması gibi, kendini tekrar yoktan var etmesi gibi bir şey herhalde… Sizler bir eser üretirken ne gibi duygular içinde oluyorsunuz?                                      D T M -''Kendini kanıtlamak'' şu sıralarda benim için çok da önemli değil. Pek çok değerin alt-üst olduğu popüler kültürde ve bilhassa bizim içinde varlığımızı sürdürmeye çalıştığımız toplumda oluruna bırakılmalı. Sanat eğitimi bir süreçtir ve pek çoğumuz bu süreci kendi lehine çevirip sanattan tat almayı, sanatı kullanıp kendini ifade etmeyi ve en önemlisi kendisi için var olma sebebi bulmayı öğrenebilir. Sanat bir var oluştur; Duruş ve bakış açısıdır. Herhangi bir konuyu ele almakta kullanabileceğimiz en açık dille ifade edebileceğimiz, eğri yada doğru, cüretkar ya da üstü örtük veya ateş misali yandıkça aydınlatan, bazen de yakan, acıtan ama bütününe baktığımızda kültürel yozlaşmalara asla izin vermeyecek bir olgudur. Ben de sanat çalışmalarımda çoğu zaman sorgular, acı çeker, nasıl bir yolla ifade edebilirim gibi karışık, sancılı duygular yaşarım. Ta ki Renkler biçimsel doygunluğa ulaşana dek...                                                       Y B – Karma sergiler yanında, solo sergilere de imza atmış üretken birisiniz. Mesela son solo serginiz geçtiğimiz ekim ayında gerçekleşmişti. Bizlere karma olarak katıldığınız ve bireysel olarak açtığınız sergilerinizden bahsedebilir misiniz?                                                                   D T M - Yurt dışında iki kez İstanbul'da, bir kez İzmir'de ve pek çok kez Mersin'de, karma sergilere katıldım. Ülkemizde sendikamızın sergilerine ve birkaç kez de yardım amaçlı sergilere katıldım. Bireysel olarak da ilk kez, 2000 yılında ''Tabu'', ikinci sergim ''Portreler-Roller'', üçüncü sergim ''Aporia'' ve son sergim ''Tanrıçalar buradaydı''... Ve tüm sergilerimde ortak bir çıkarıma varmak istersek; Toplumdaki varoluş nedenlerimiz, bireysel ve toplumsal çıkmazlarımız, toplumdaki rollerimiz ve geçmişle hesaplaşmalarımız yer alır.                                        Y B – Sergilerinize toplumumuzun bakış açısı nasıldır, halkımız resime gereken ilgiyi gösteriyor mu?                                                                        D T M - Açık olmak gerekirse, belli bir kesim dışında günümüzde yozlaşma diye nitelendirebileceğim noktada bir toplum bilinci var.Yada daha doğru bir tabirle bu işin içinde yada yanında yer almıyorlarsa sanat gereksiz olarak algılanıyor.Dolayısıyla Halk için sanat sloganı yerine Sanat için Sanat...                              Y B – Kızınızın da ödüllü resimleri olduğunu biliyoruz. Bize bunlardan bahsedebilir misiniz? Sanatçı anne-babanın çocukları, kendi sanatını öğrenmede ve bunun sonucunda icra etmede daha mı şanslıdır sizce?                                          D T M - "Boynuz Kulağı Geçer" derler de, hakikaten doğru söz... Kızım sürekli sanat ortamlarında bizlerle birlikte pek çok defalar deneyimler yaşadı, yaşıyor ve bunlardan da zevk alıyor... Elbette şanslı olduğunu düşünüyorum. İmkanlar dahilinde pek çok malzemeye ulaşabiliyor, teknik olarak bilgi düzeyini geliştirebiliyor, sanat ortamlarında bulunup ruhsal ve estetik açıdan doyuma ulaşıyor... Ve tüm bunların içinde kişisel gelişimine büyük katkısı olduğunu düşündüğüm iyi bir aile eğitimi alıyor. Kızımla gurur duyuyorum, umarım hayat boyu tatmin olacağı başarılara imza atar...                                  Y B – Sizce devletin sanata bakış açısı nasıldır? Gereken özendirme ve destek sanatçılara sağlanıyor mu? Bu konudaki önerileriniz nelerdir?                                    D T M - Devletin sanata bakış açısı??? Boşluklar,eksiklikler var. Devlet oluşumunu tamamlamadan sanata zaman ayıramayacak!... Açılışlarda, derneklerde ve diğer etkiliklerde birşeyler yapmaya çalışıyorlar, ama gereken düzeyde değil. İnsanlar küçük toplumlarda kendilerini aşmakta zorlanıyor, marjinallikle soyutlanıyorlar... Kabul görülebilirlik için nüfuslu bir çevreye ihtiyaç duyuluyor ki, maalesef bunlara gereksinim duymaksızın destek görebilmeli sanatçılar... Yada sanat yapmak için kıvrananlar! Devletin politikası olmalı, sanatsal birikimi olan yetkililerle iş yapmalı, duyarlı insanları bu işlerle muatap etmeliler. Sayacak olursak; müze ve galeriler, neredeler? Bu işi 50 yıldan uzun süredir yapan insanlar var eserlerinin herbiri bir tarafta! Neden devlet müze yada sanat galerilerine yatırım yapmıyor? O zaman inanıyorum ki mükemmel eserler koleksiyonu bir çırpıda oluşturulabilir... Sanatçılar onure olur, teşvik olur ve sanatta üretim ortamları artar...                                                           Y B – Siz hem Güzel Sanatlar Lisesinde, hem de klasik okullarda görev yaptınız… Bu okulların öğrenci profillerinde ne gibi değişiklikler gözünüze çarptı?                                                     D T M - Öğretmen olarak her zaman işimin gerektirdiğini ve hatta fazlasını hiçbir ayrım gözetmeksizin yaptım, yapmaktayım. Öğrenci merkezli eğitim anlayışımla öğrencilerime önce yaptıkları işi sevdirip, yaratıcılıklarını kullanmayı, hayal kurmayı ve gelecekleri için hedef koymayı amaçlarım. Liselerde 13 yıl çalıştım; Her bir öğrencim de son derece duyarlı, duygulu ve derslerimize zevkle katılım gösteriyorlardı. Güzel sanatlardaki öğrencilerim bu işi daha bilinçli ve duygulu, hakkını vererek yapıyordu. Üstelik hiç şımarmadan ve büyük bir olgunlukla! Buradan hepsine selam olsun, daima başarılı ve mutlu olsunlar. Şu sıralar orta okulda resim öğretmenliği yapıyorum; Yaş grubu 12-15, ve hepside son derece heyecanlı, resim derslerini iple çeken ve daima sürenin yetersizliğinden şikayetçi olan öğrenciler. Elbette akademik anlamda işi ciddiye alan belkide sadece birkaç öğrencidir, ama amaç ders saati boyunca deşarj olup eğlenmek olunca katılım güzel oluyor. Öğretmene çok iş düşüyor, çünkü orta okullarda zorunlu ders olduğu için resim yapamayan çocuklar kendilerini kötü hissedebilir ve bu durumu öğretmen başka etkinliklerle (video-sanat, slayt gösterisi eşliğinde kültür sanat dersi gibi...) daha faydalı hale getirebilir. Zaman gerçekten hızla ilerliyor, fakat pek çok değerimiz yozlaşıyor, hafife alınıyor ve önemsenmiyor... Zamanı bu güzel çocukları kazanmak için harcarsak ileriye yönelik en büyük yatırımı yapmış oluruz...


23 Mayıs 2015 Cumartesi

Ayşe Güler Akın Röportajı

Ayşe Güler Akın Röportajı
       Y B – Lefkoşa Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi’nde şan öğretmeni olarak görev yapıyorsunuz. Güzel Sanatlar Lisesi’nde görev yapmanın zor ve kolay tarafları var. Sizce bunlar nelerdir? Milli Eğitim Bakanlığı okulunuza gereken önemi ve ilgiyi gösteriyor mu?
       A G A - Evet, ülkemizde tek ve özel olan değerli bir okulda şan öğretmeniyim. Bu okulda başarılı bir eğitim verebilmek için, diğer okullara nazaran, çok daha özverili çalışmalar yapmak gerekiyor. İşte bu özveri sonunda, size öğrencileriniz tarafından da olumlu ve güzel geri dönüşümler geldiği zaman, öğrencilerimde bu denli etkili olma hazı  beni daha da motive etmektedir… Sıkıntılar yaşamıyor muyuz? Tabii ki yaşıyoruz. Bir kere bina olarak, ortam olarak gözle de kolaylıkla görülebilen bir sanat okulu ortamına yakışmayan dersliklerde derslerimizi sürdürüyoruz… Bu da eğitimimizi daha da zorlaştırmaktadır…  
 
 
      Y B – Okulunuz Piyano öğretmeni, piyanist Demet Alkan’la 26 Mayıs’ta Bellapais’de bir konseriniz var. Bu konserin teması nedir?  Geçen sene Mayıs ayında da aynı vesile ile bir konseriniz olmuştu. Yeni Bakış okuyucuları için bu konserin vesilesini anlatır mısınız?
      A G A - Geçen yıl oldugu gibi bu yıl da, Girne Hayvanları Koruma Derneği adı altında, hayvanlara bir nebze katkı koyabilmek adına, anlamlı ve güzel bir konser gerçekleştirmek amacındayız… Konserimiz tamamen yardım amaçlı olacaktır. Katkıda bulunacağım bu konserde, sanatımı sanat sever dostlarımla paylaşırken, amacında çok değerli varlıklarımız olan hayvanlara ulaşıyor olması bana inanılmaz mutluluk ve heyecan vermektedir… Sanatsal anlamda Bellapaise ortamında, çok güzel bir aksam yaşanacağını düşündüğüm konserimizde, tüm sanat ve hayvan severleri aramızda görmek bizlere çok daha keyifli paylaşım yaşattıracaktır. 26 mayıs akşamı konserimiz 20.30 da başlayacaktır. 
       Y B – Geçen hafta bir konserde yer aldınız. “Umut konseri” adı altında düzenlenen bu konserin vesilesi neydi, sizce halkımız konserlere gereken duyarlılığı gösteriyor mu?
        A G A - Lefkoşada, Can Sözer yönetimindeki Lefkoşa belediye orkestrasıyla birlikte, katkısı tamamen kanser hastalarına yönelik, benimle birlikte farklı bir çok tanınmış değerli solist arkadaşlarında katkı koyduğu cd. tanıtım amaçlı umut konserinde yer aldım…Eserlerin söz yazarları, yine bizler gibi Kıbrıslı sanatçılara, besteleri Mustafa Tozakı'ya ait bu anlamlı cd.de bende, sözlerini Şirin Zaferyıldızı' na, bestesi Mustafa Tozakı'ya ait, "Yazmasam Çıldıracaktım" isimli eseri seslendirdim…
 
         Bu tür yardım amaçlı yapılan işlerde, sanatımla bir nebze yardımda bulunmak ve böylesine anlamlı katkılarda bulunabilmek, her zaman benim için heyecan vericidir. Gerek hayvanlar, gerekse kanser hastalarına yardımda bulunabilmek benim için çok anlamlı ve mutluluk verici…
        Sanatımla ilgili bana ayrı gurur veren çalışmalardan biri de, bu röportajın hazırlanmasına vesile de olan, seninle birlikte gerçekleştirdiğimiz çalışmalardır. Ülkemiz için çok değerli olan iki liderimiz için, bestelemiş olduğun eserleri seslendirmiş olmam… Dr. Küçük için yapılan eserini seslendirmek benim için onur vericiydi… Yüreğine sağlık Erbay Geceyatmaz….  
       Y B – Öğrencilerinize okulda, ne türde eserler öğretiyorsunuz, öğrettiğiniz tarza öğrencilerinizin bakış açısı nasıldır? Onların ilgilerini nasıl topluyorsunuz? Çünkü biliyorsunuz, gerek iletişim araçlarında, gerekse eğlence yerlerinde icra edildiğinden dolayı  gençlerimizin popüler müziğe yönelimi oldukça yüksektir…
        A G A - Okulda öğrencilerime ilk olarak vermeyi hedeflediğim nokta, doğru şan teknikleriyle doğru ve düzgün şarkı söyleyebilmeleridir. Bunu da müfredat gereği de olması gereken Türkü (Türkçe eserler), Aria Anticler (İtalyanca eserler), ve Lied (Almanca eserler) lerle gerçekleştirmekteyim… Evet eğitimimiz Klasik Eğitim ilkeleri üzerine kurulu, ancak benimle çalışan öğrencilerim, temel müzik olarak klasik eğitimle alınan eğitim sonucunda kullanacakları diğer türdeki müzikleri seslendireceklerinde de, çok daha farklı olabileceklerinin de bilincine varıyorlar… Evet bazen bazıları için bu diğerlerinden zor da olsa tabiki en son seçim onların… Öğrencilerim arasında konservatuara Şan Bölümü'nü kazanarak gidenlerin yanı sıra, çok iyi üniversitelere girenler ve piyasada çok iyi yer edinmişlerimizde var.
 
       Y B – Halkımızın sanatınıza bakış açısı nasıldır? Çünkü klasik müzik, ancak belli bir eğitim alındıktan sonra zevkli bir hale gelebiliyor…
        A G A - Evet Klasik Müzik, diğer popüler müziklere göre daha ağır olabilir… Ancak biz sanatla uğraşan ve konserler veren kişilere bu anlamda daha da iş düşüyor. Klasik Müziği tanıtmalıyız, ki bu ülkemizde yapılmıyor değil …sadece ulaşılmada zorluklar yaşıyoruz… Yapılan konserlerimizde katılımların daha da arttığını görebiliyorum. Opera duyguların sözlerle yansıtıldığı  bir sanattır. Dolayısı ile konser programlarımda Türkçe eserlere de yer vermekteyim.    
        Müzik bir kültür, bir alışkanlıktır. Klasik müziği doğru tanımlamak, sunmak gerekir… Gerekir ki, Klasik Müziğe ilgi duyan kişiler, Klasik Müziği bir kültür haline getirebilsinler…..
Evet biz eğitimcilerinde bu konuya doğru katkılar koyması gerekiyor… İnsan doğuyor ve klasik müzikle (ninnilerle) uyuyor. Çocukluk döneminde izlediği çizgi filmleri, Klasik Müzik altyapısı ile izliyor. Bu döngü okula başladığında da devam edebilmeli, doğru zamanda doğru müzikler kullanılmalı… En önemli ve her zaman değindiğim nokta bu… Çocuğun ilk tanıştığı eser, Beethoven'in en iyisi, tanınmışıdır diye, en ağır eseri olmamalıdır. 
 
      Y B – Ülkemizde, sanata ve sanatçıya gereken değer veriliyor mu sizce? Önerileriniz nelerdir?  
      A G A - Maalesef bizim ülkemizde sanatçıya ve sanata gereken saygı ve değeri sanatcıların bile zaman zaman vermediğini görebiliyorum... Her işte olduğu gibi, yapılan işe 'ki hele de bunu sanat olarak adlandırıyorsak' özen göstermeliyiz. Özen göstermeliyiz ki, ulaşımımız temiz doğru ve anlaşılır olsun… Bu doğrultuda da saygı  ve değer verilmesi de  çok önemli tabii ki... Anlaşılır olabilmek adına, daha öncede değindiğim gibi, eğitim programlarımızda sanata daha da katkılar koymalıyız. Konser ve sergilere katılımları artırmalıyız. Herkesi ülkemizde de her yıl özellikle bu aylarda düzenlenen konser etkinliklere gitmelerini tavsiye ediyorum… Sanatsız bir toplum, çiçeksiz bir bahçeye benzer… Sanatla yaşayalım... Sanatsız kalmayalım…
Bu keyifli sohbet için çok teşekkürler değerli arkadaşım …

21 Mayıs 2015 Perşembe

Kürekçiyi Kovun!

     Bizdeki kurumsal örgütlenme ve her şeyi en ince noktasına kadar düşünebilme, ayrıca herşeyi irdeleme ve bilimsel verilere dayandırma konusunda bir yarış içinde olduğumuz, toplumsal bir gerçek... Hatta bazen kendimizi, bir işi kurumsal olarak tatbik etmeye veya ettirmeye, o kadar kaptırıyoruz ki, asıl yapılması gereken işi unutup, o yapılacak işi denetleyen kurumlar ya da statülere ağırlık veriyoruz...                          Aşağıdaki hikaye, tam bizi anlatan cinsten bir hikaye, buyurun birlikte okuyalım...                      Türk ve Japon şirketleri arasında bir kürek yarışı düzenlenmesine karar verildi. 
Japonların takımında 8 kişi kürek çekiyor, 1 kişi dümencilik yapıyordu. 
       Türk takımında ise 2 kişi kürek çekiyor, 3 kişi şeflik, 3 kişi müdürlük yapıyor, 1 kişi de dümeni kullanıyordu. 
        Her iki takımda, performanslarının en üst düzeyine varabilmek için, uzun ve zorlu bir hazırlık döneminden geçti.
        Büyük gün geldi ve iki takımda kendini hazır hissediyordu. Japonlar yarışı bir kilometre farkla kazandılar... 
        Yarış sonrası Türk takımı çok sarsılmıştı.Türk Şirket yönetimi yarışın açık farkla kaybedilmesinin nedeninin bulunmasına karar verdi. 
        Yapılan araştırmalar, analizler ve uzun çalışmalar sonucu düzenlenen raporlara göre hata bulundu ve çözüm önerisi getirildi. 
Çözüm olarak yönetimdeki düzeni güçlendirmek için 1 genel müdür atandı, ve sandaldaki ağırlığı dengelemek için kürekçi sayısı da 1 e indirildi. 
Japonlara yeni bir yarış teklif etme kararı alındı. 
9 kişilik Türk takımı Japonlarla bir yarış yapmak üzere yeniden yapılandı. 
      Japonların takımında 8 kişi kürek çekiyor, 1 kişi dümencilik yapıyordu. 
Türk Takımında ise yeni yapılanma şekli şöyleydi, 
1 Genel müdür 
3 Bölgesel müdür 
3 Dümen şefi 
1 Dümenci 
1 Kürekçi
        İkinci yarışı Japonlar iki kilometre arayla kazandılar.Tepesi atan Türk şirketi yönetim kurulu hemen harekete geçti. Yarışın kaybedilmesinden sorumlu tutulan kürekçi kovuldu,müdürlere ve diğer personele sorunun çözümüne olan katkılarından dolayı ikramiye verildi.                              Ne diyelim; Gülüyoruz ağlanacak halimize...

17 Mayıs 2015 Pazar

İsmet Aşıksoy Röportajı

İsmet Aşıksoy Röportajı

      Y B - Lefkoşa Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi’nde, Kontrabas öğretmeni olarak görev yapıyorsunuz. Kontrabas, bizim toplum müzik kültürüne yabancı bir çalgı olduğu aşikardır. Öğrenim sürecinde  neden Kontrabası seçtiniz? Sizi bu çalgı üzerine uzmanlaşmaya tetikleyen dürtüler nelerdi?

 

I A- Kontrabas Kıbrıs'ta bulunmayan bir çalgıydı. Okula gitmeden önce sayın Yılmaz Taner'den bilgi aldım, bana Kıbrıs'ta kontrabasın ihtiyaç duyulan bir çalgı olduğunu söyledi. Ben de bunun üzerine Gazi Üniversitesi'ne okumaya gittiğimde ana çalgı olarak Kontrabası Seçtim.  

 

 

      Y B - KKTC’nin yegane sanat eğitimi veren okulunda öğretmensiniz. Bu okulda eğitim öğretim yapmanın avantajları ve zorluklarını bizlerle paylaşır mısınız? Ülkemizde genel olarak sanata gereken önem ve değer veriliyor mu?

 

 

I A- Lefkoşa Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi Kıbrıs'ın incisidir. Sizin de belirttiğiniz gibi Kıbrıs'ta ne güneyde ne de kuzeyde başka böyle bir okul yok. Dışardan bakıldığında bu okulda görev yapmak insanlara çekici geliyor. Fakat sürekli kendinizi geliştirmek zorundasınız. Eğer kendinizi geliştirmezseniz öğrencileriniz sizinle alay edecek seviyeye gelebiliyor. Sürekli bir usta çırak ilişkisi içerisinde eğitimlerimizi sürdürüyoruz. Çalgımızdan kopmadığımız Için çok şanslıyız. Ülkemizde sanata gerekli önemin devlet tarafından verildigini pek söyleyemeyiz. Ancak elimizdeki imkanlarda küçümsenecek gibi değil. Daha iyi seviyelere geleceğimize zaman aşımı içerisinde inanıyorum. 

 

 

 

      Y B - Öğrencilerin genel olarak popüler kültüre ve özellikle popüler müziğe eğilimleri aşikardır. Fakat sanat eğitiminde kullandığınız temel, Klasik Batı Müziği temelleri üzerine kurulu… Öğrencilerinizi bu kültüre ilgi göstermeyi ve dolayısı ile kendi eğitimlerinden haz duymasını nasıl sağlıyorsunuz? Sizce Klasik müzik, öğrenilmesi zor bir müzik türü müdür?

 

Klasik Müzik gerçekten çok güzel ve zevkli bir müzik. Fakat bunun bir eğitim sürecinden geçirilip Anlaşılır Hale Getirilmesi Gerekmektedir. Klasik Müzik Eğitimi Almayan Bir Kimse Bu Müziği Anlamakta Zorluk Çeker. Bizimde Okulumuzda Amacımız Bu Müziği Çocuklara Küçük Yaştan Aşılamak. Sırasında Batı Müziği Ile Klasik Müziği Birleştirip Ortak Müşterekte Bir Sentez Yaparak Çocuklara Bu Müziği Daha Da Sevdiriyoruz. Klasik Müzik Öğrenmek Istekliliğe Bağlı Olarak Zor Veya Kolay Denilebilir. Kişi Istekliyse Bu Zorluk Zevke çevrilir. 

 

 

      Y B - İçinde olduğumuz haftada sizin yazmış olduğunuz “Kıbrıs Türk Halk Oyunları ve Müziklerinin Yapısı” isimli bir kitabın tanıtımını yaptınız. Bu kitabı yazmanızdaki amaç nedir? Kitaptan ne gibi beklentileriniz var? İleride yine böyle projeler için planlarınız var mı?

 

Evet Gerçekten Bu Hafta Çok Yoğun Geçti. Kitap Tanıtımı Için Radyo Mayısta, Radyo Programına Katıldım.  Arkasından Okulumuz Salonunda Tanıtım Etkinliği Yaptık. 

Bu Kitap Diğer Halkbilim Kitaplarından Farklı Olarak, müziksel yapı açısından Kıbrıs Türk halk oyunlarını incelemektedir. Bu Özelliğinden Dolayı Bu Kitap Bir Ilktir. Kitapta, Kitabın Içerisinde Verdiğimiz nota Örneklerinden de Anlayacağınız Gibi Tek Sesten Evrensel Çok Sesliliğe Bir Geçiş Sağlanıyor.  Bu Özellik te Dünya Müziğiyle Kıbrıs Türk Müziğinin Kaynaşmasını sağlayarak öğrencilerin müziklerimizi daha iyi Anlamalarına Yardımcı Olacak diye düşünüyorum. Kitabımın Bu Iki Müzik Arasında Sentez Oluşturup Bir köprü vazifesi göreceğine inanıyorum. Bu Kitabı Öğrencilerimiz Ve Kendi Müziğimizle Ilgilenen Herkes Için Bir Kaynak Olmasını Diliyorum. İlerde Bu Kitabın Gelişmiş Hali Olarak CD' li Ve DVD'li Versiyonunu da Çıkartmayı Düşünüyorum.  

 

      Y B - Sizce, Kıbrıslı Türkler olarak arşivci bir toplum muyuz? Bireysel veya kurumsal olarak tutulan arşivlerin ileride ülkemize ne gibi faydaları olabilir? Bunun önemi nedir?

 

 

Türk Milleti Genel Olarak Arşivci Bir Toplum Değildir. Kendi Tarihimizi Bile Çoğu Zaman Yabancı Kaynaklardan Öğreniyoruz. Ne Acıdır Ki Öyle Bir Alışkanlığımız Var. Halbuki Çocuklarımıza Bırakabileceğimiz En Güzel Miras budur. Bir Toplumun Tarihten Kokması Kendi Kültüründen Korkmasıdır. Kendi Kültürü Olmayan Bir Toplum Kaybolur. Bu Sebeple Kültürümüzle Folklörümüzle Ilgili Araştırmaların Çoğalmasını Canı Gönülden Diliyorum. Teşekkür Ediyorum.


14 Mayıs 2015 Perşembe

Reggio Emillia Yaklaşımı 2 (Öğretmenin Rolü)

Öğretmenin Rolü
       Sevgili okurlar, hatırlayacağınız üzere geçen hafta, Reggio Emillia Eğitim Yaklaşımı’nın ne zaman ve nerede kabul gören bir eğitim yaklaşımı olduğunu ve bu eğitim yaklaşımında, okul ve sınıf ortamının nasıl düzenlenmesi gerektiğini konuşmuştuk.
       Bugün ise ilk olarak öğretmenin sınıftaki rolüne bir göz atacağız…
       Reggio Emillia yaklaşımının en önemli özelliği, öğretmenlerin “öğrenen” olarak görülmesidir. Öğretmenler her sınıfta eşit haklara sahip bireyler olarak çalışır. Diğer öğretmenler ve personel ile kendi işleri, çocukların işleri hakkında sürekli tartışır ve yorum yapar. Bu karşılıklı alış-veriş, kalıcı, sürekli bir eğitimi ve teorik zenginleşmeyi sağlar. Öğretmenler kendilerini, çocuklarla çalışmanın dökümanlarını hazırlayan birer araştırmacı olarak algılamaktadırlar. Onlar diğer öğretmenlerle gözlem yaparlar, konuşmaları kaydederler, çocukları kameraya kaydederler. Onlar bütün gözlemlerini diğer öğretmenlerle ve ailelerle paylaşırlar ve daha sonra öğrencilerin spontane etkinliklerini genişletebilmenin yolunu ararlar. Bu eğitim sisteminin öğretmenleri, çocuklar, ebeveynler ve diğer görevlilerle birlikte çalışarak, çocukların daha önceden bildiklerini ortaya çıkarır. Çocukların ilgi ve yeteneklerine dayanan projeleri hazırlar ve çocukların bu proje konuları ile bilgi seviyelerini destekler.
                                                                      Projeler
       Reggio Emillia okullarında proje bazlı öğrenme esastır. Çocuklara kazandırılmak istenen bilgi didaktik bir şekilde verilmez; onun yerine çocuğun bilgiyi projeler aracılığı ile edinmesi ve keşfetmesi hedeflenir. Bu sayede çocuklar yaşarken öğrenme imkanı bulurlar. Projelerde konu seçimi, çocukların ilgi ve deneyimleri dikkate alınarak yapılır. Proje içeriği çocuklar tarafından belirlenir. Projeler, büyük gruplardan çok, küçük gruplarla uygulanır. Bu projeler, matematik, fen, yazı, müzik ve sosyal çalışmaları içerir. Proje çalışmalarının dökümanları, fotoğrafları ve çocukların çalışmaları okulun duvarlarında sergilenir.
       Proje yaklaşımı, çocukların belli konuları derinlemesine öğrenmelerine olanak sağlayan, kendi ilgi duydukları ve öğrenmeye meraklı oldukları bir konu üzerinde kendi çevre ve deneyimlerini kullanarak bilgi sahibi oldukları bir çalışma yöntemidir.
       Bu yöntemle çocukların, kendi yapabileceklerine güvenleri artar. Küçük yaşlardan itibaren bilgiyi aramanın, bulmanın ve sürekli eğlenebilmenin zevkine varıp, bir konu üzerine bilgi sahibi olmayı deneyimlerler.
                                                                   Aile Katılımı
       Reggio Emillia Eğitim Yaklaşımı’nda aileler, eğitim-öğretim etkinliklerinde aktif rol oynarlar. Okul-aile işbirliği önemlidir: Aileler okullarda görev alırlar ve ebeveynler için okullarda çeşitli konularda eğitim programları vardır. Bu eğitim yaklaşımı ile sistemlerini oluşturan okullarda, özellikle aile katılımının etkisi çok büyüktür. Bunun sebebi olarak okullardaki deneyimlerin çok özel ve kaliteli olması ve bu tutumun ailelerin katılması teşvik etmesi gösterilmektedir.
       Günümüzde okullarda aileler ile yapılan çalışmalarda, ebeveynlerin okul aktivitelerine olan katılımı, sadece kendi çocuğunun çerçevesi içinde kalır. Oysa ki Reggio Emillia okullarında yapılan aktiviteler ve proje çalışmalarında aileler, sadece kendi çocuklarının gelişimi için değil, tüm okulun gelişimi için destekleyici ve sürekli bir katılım içinde olurlar. Ailelerin bu sadık ve yüksek katılımı, öğretmenlerin de kendilerini geliştirmesi ve öğrenme süreçlerini hızlandırması için etkileyici bir faktör oluşturur.
       Sevgili okurlar, böylece Reggio Emillia Eğitim Yaklaşımını burada noktalıyoruz, haftaya başka bir eğitim yaklaşımında buluşmak dileği ile, sağlıkla kalın…

13 Mayıs 2015 Çarşamba

Rüzgar Eken Fırtına Biçer

         Kenan Evren Paşa'nın cenaze töreni için Genelkurmay Karargâhında askeri tören düzenlendi... Kenan Evren, askeri törenle defnedildiği için, cenazesine askeri personel, komutanlar, eski bakanlardan Ismet Sezgin ve Mehmet Ağar, Fenerbahçe kulübü 2. başkanı Nihat Özdemir, Fenerbahçe'nin eski kulüp başkanı Ali Şen, eski Adana Büyükşehir Belediye başkanı Aytaç Durak ile Afganistan Türkleri Yardımlaşma Dayanışma Derneği yöneticileri ve ailesi katıldı...                                                                         Camideki törende ise protestocular, helallik alınması sırasında, "Hakkımızı helal etmiyoruz" diye bağırdı. Bir grup vatandaş da, dışarıda davul zurna eşliğinde halay çekti...                                          Halbuki Kenan Evren, 12 Eylül 1980 tarihinde yapılan askeri müdahale ile, Devlet Başkanlığı görevini üstlenmiş, 7 Kasım 1982 tarihinde ise, halkoyuna sunulan ve % 91.37 oranında kabul edilen Anayasa ile, Türkiye'nin 7. Cumhurbaşkanı olarak göreve başlamıştı...                                        % 91.37 ile direkt olarak seçilen Kenan Evren'in cenazesinde, bu kadar az insan olmasının sebebi, muhakkak ki iyiliği ile kötülüğünün, hayatı boyunca kıyasıya, birbiri ile yarışması oldu... Hayat sona erince ise açık ara hangi tarafın, iyiliğinin mi yoksa kötülüğünün mü üstünlük sağladığı, ortaya çıktı... Hangimiz arkasından, "Kötü bilirdik, hakkımızı helal etmiyoruz, haram olsun" söylenmesini ister ki...   Hep söylüyoruz iyi yaşayan, yardımsever yaşayan insanlar asla ölmezler, tam tersi ölümsüz olurlar... Fakat kötü olanlar, içinde fesatlık barındıranlar, daha yaşarken bile unutulmaya mahkumdurlar...                                                    Efendim, bugün format gereği, sizlere bir hikaye aktarmamız lazım geliyordu... Ama, Evren Paşa'nın cenaze törenine de kayıtsız kalamazdık...                                                               Bizler de Yeni Bakış Gazetesi olarak sizlere, tahmin edebildiğiniz gibi, iyilikle ilgili bir hikaye aktarmak istedik. Umarız ki, bu hikayeyi zevk alarak, merak ederek ve en önemlisi kendinize yakın hissederek okursunuz...                                                              Howard Kelly, yoksul bir ailenin çocuğuydu. Okul giderlerini karşılamak için kapı kapı dolaşarak eşyalar satıyordu. O gün hiçbir şey satamamıştı, karnı da çok acıkmıştı. Bundan sonra çalacağı ilk kapıdan yiyecek bir şeyler istemeye karar verdi. Kapıyı açan sevimli genç bayanı görünce utandı. Yiyecek bir şeyler istemek yerine:                                                                            "Afedersiniz, bir bardak su rica edebilir miyim?" diyebildi yalnızca... Genç bayan, çocuğun aç olabileceğini düşünerek, kocaman bir bardak süt getirdi ona... Çocuk sütü yavaş yavaş içine sindirerek içtikten sonra, "Size çok teşekkür ederim, borcum ne kadar?" diye sordu genç bayana...

         Genç bayan, "Borcunuz yok" diyerek yüzünde sıcak bir gülümsemeyle devam etti konuşmasına...  "Annem, gösterdiğimiz şefkat ve nezaket karşılığı olarak asla bir bedel ödenmesini beklememizi öğretti bize" dedi. Çocuk: "O halde çok teşekkürler, yürekten teşekkür ederim size" dedi...

         Howard Kelly evin önünden ayrıldığı zaman, kendisini yalnızca bedensel olarak değil, ruhsal olarak da güçlü hissediyordu.                                                 

                  ---------------------------                                                                                                                  Yıllar sonra, genç bayan, çok ender rastlanan bir hastalığa yakalanmıştı. Yöredeki doktorlar çaresiz kalınca, hastalığıyla ilgili araştırmalar yapılması için, onu büyük bir kentteki daha büyük ve donanımlı bir hastaneye gönderdiler. Dr. Kelly, konsültasyon yapması için çağrılan hastanın, hangi kasabadan geldiğini duyunca çok heyecanlandı...

          Artık genç olmasa da, yıllar önce kendisine sevgiyle yaklaşan bayanı ilk gördüğü anda tanımıştı ve onun yaşamını kurtarmak için elinden geleni yapacaktı. Uzun süren tedaviden sonra bayan artık sağlığına kavuşmuştu...

         Dr. Kelly, denetlemesi için önüne getirilen faturaya şöyle bir baktı ve üstüne bir şeyler yazarak zarfın içine koyup hasta bayanın odasına gönderdi. Kadın elleri titreyerek aldı zarfı eline... Açmaya korkuyordu. Hastane faturasını asla ödeyemeyeceğini ve geri kalan yaşamı boyunca bu faturayı ödemek için çalışacağını çok iyi  biliyordu. Sonunda zarfı açtı ve faturaya iliştirilmiş bir not dikkatini çekti. Kâğıtta şunlar yazılıydı:

        'Hastane giderlerinin tamamı bir bardak süt karşılığı ödenmiştir...'                                                         

10 Mayıs 2015 Pazar

Bahar Gökhan Röportajı

Bahar Gökhan Röportajı
       Y B- Ülkemizde sanatını icra eden çoğu sanatçı, batı müziğinden örnek alınan formlar altında sanat icra ediyorlar. Hatta Geleneksel Türk Sanat Müziği yorumcularının sayısı,bir elin parmaklarını geçmiyor. Neden Geleneksel Türk Sanat Müziği?
BG—Bunu yanıtlamak oldukça zor..Tamamen kişisel tercih diyebiliriz.Ancak Türk toplumunun geleneksel ve gönülden bağlı olduğu tarzlardan biri Türk Müziği…Bizim hassas , duygusal ve paylaşımcı yanlarımızı yansıttığı ve geçmişdenkopartmadığı için Türk Müziği diyebilirim….  
       Y B- Ülkemizde, Yeşilırmak’tan, Yeni Erenköy’e kadar, neredeyse her yerleşim merkezinde sahneye çıktınız. Bu da çalışkan ve sahnede olmaktan hoşlanan bir kişiliğiniz olduğunu gösteriyor. İnsanlarımızın sanata bakış açısı hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu bakış açısı, sanatçıları tatmin ediyor mu?
BG—Evet..Ben de ülkemin her yerinde sahneye çıkmış olmaktan onur duyuyorum..Sanatını doğru icra edeni baş tacı yapan bir ülkede yaşıyorsanız, sahnede olmak ayrı bir keyifdir..Sevenlerimin sanatıma ve bana bakış açısı , beni hayata ve yarınlara dair umutların her daim taze kalacağı inancına bağlıyor.Beni dinleyen , seven herkese buradan teşekkür ederim..
        Y B- Sanat yapmak ve annelik yapmak; ikisi de haftanın yedi günü, 24 saat boyunca uğraşmak zorunda olduğunuz iki zor meslek. Bu iki mesleği aynı anda ifa etmek çok zor olsa gerek. Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
BG---Her iş, severek yapıldığında bulutlardan da hafif JÇünkü artı ve eksileri düşündüğünüzde , artılar çok çokfazla…Her iki taraf için de karşılıksız sevgi ön planda…mutluyum ben…Ama annelik bambaşka bir duygu..Allah herkese nasip etsin.İki evladım var ve bu hayta yalnıolmadığını bilmek harika bir duygu. Onlarla vakit geçirmek, dert ortağı olmak ve en iyi arkadaşlarınız olduklarını bilmek , ömre bedel….Ben de buradan sizin aracılığınızla başta canım annem, kayınvalidem ve tüm annelerin ve anne adaylarının Anneler Gününü kutlarım…
        Y B- Sizin, ülkemizde yardım konserleri de yaptığınızı biliyoruz. Son yaptığınız, “Hoş Sada” konseri hakkında neler söylemek istersiniz? Ülkemizdeki sosyal, kültürel ve ekonomik şartlar, sanatçıların sanatını icra etmesine yeterli midir?  
BG…Diyaliz ve Böbrek Hastaları Dayanışma Derneği yararına yaptığımız konserimiz, Kalabalık bir katılım ve sponsor destekleriıyle muhteşem geçti.Emeği gecen herkese teşekkürlerimi sunuyorum.
Sanat icra etmek için çok farklı argümanlar gerekiyor..Ülkemiz küçük ve samimiyet ön planda olduğu için , siz onların evladı, sevdiğ oluyorsunuz.Ancak kimse buzdağının arkasını görmüyor. İnanın zorlanıyoruz…Umarımdüzelir her şey…
        Y B- Yurt dışında gerçekleştirdiğiniz konserler için neler söylemek istersiniz? KKTC’li sanatçılara yurt dışındaki insanların bakış açısı nedir?              
BG--- Çok güzel ve paylaşımcı  geçiyor yurtdışı konserlerimiz.Seviyorlar, Bağırlarına basıyorlar..21 mayıs tarihinde KKTC’yi temsilen Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de bir konserim olacak.Şimdiden Sevgili Azeri dostlarımın yoğun ilgisini yaşıyorum…
Sanatın açamayacağı kapı yoktur..O yüzden bir ülke , her alandaki sanatçısına destek olmalı ve teşvik etmelidir..
Teşekkürlerimle…


7 Mayıs 2015 Perşembe

Döviz Borcu Olanlar İçin Uyuyabilme Tekniği

                                               Döviz Borcu Olanlar İçin Uyuyabilme Tekniği

                 Türkiye Cumhurbaşkanı sayın Recep Tayyip Erdoğan, Merkez Bankası hakkında, “bağımsız olunca gelinen nokta bu demişti…

                 Unutanlar için bir kez daha tekrarlayalım; Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (Cumhuriyeti değil, çünkü özerk bir kuruluş), politika faizini son toplantıda 75 baz puan indirmiş, Erdoğan ise bunu az bularak eleştirmişti ve Merkez Bankası hakkında, “Adı bağımsız kurum, böyle olunca gelinen nokta bu”, diye sert açıklamalarda bulunmuştu...

                 Ayrıca Erdoğan, Suudi Arabistan’a giderken, uçakta gazetecilerin sorularını cevaplamış, Erdem Başçı’nın kendisiyle görüşme talebi olduğunu belirtmiş ve “Çağırıp konuşacağız” demişti…

                 Kısacası Erdoğan, Merkez Bankası ve başkanı Erdem Başçı’yı “faiz” politikaları sebebi ile birçok kez sert bir şekilde eleştirmişti… 

                 Bu açıklamaların ardından, Merkez Bankası başkanı Başçı, Erdoğan’a, “Ekonomik Gelişmeler” başlıklı 130 sayfalık bir sunum yapmış ve Erdoğan da görüşmenin ardından “Sonunu tatlıya bağladık” diye açıklama yapmıştı…

                 “Tatlıya bağlanan” olayda, faiz oranlarında bir değişiklik olmamış, bu ‘polemik’, Türkiye’de ve tabii ki KKTC’de, dövizin bu zamana kadar gittikçe artmasındabaşlıca etken olmuştur…

                 O günlerde, 2.61’de seyreden Dolar, şimdi 2.70’e, 2.77’de işlem gören Euro, 3.03’e ve 3.50 ‘lerde işleme konan Sterlin ise 4.09’a kadar yükseldi, böylece “iş tatlıya bağlandı”…

                 Bu tatlılık, o kadar güzel! oldu ki, genellikle döviz borcu olan vatandaşlarımızın, sadece gündüz değil, geceleri de huzuru kaçtı…   

                 Bizler de, meclisteki bazı vekiller gibi, ‘sert mizaçlı’ olup, ‘içinden çıkamadığımız’ için, en azından geceleri rahat uyuyabilmek için, bu işlemi uyguluyoruz. En azından geceleri olsun rahat uyuyoruz, üstelik de saatlerce yatakta dönüp durma ve uyuyamama problemine de son veriyoruz…

                İsteyen herkes başını yastığa koyduktan bir dakika sonra uyuyabilir… İşlemin ismi ‘4-7-8’ ismi verilen bir nefes tekniği…

Önce dilinizin ucunu, ön dişlerinizin arkasına yerleştirin. (Dilinizin işlem boyunca orada kalması önem taşıyor)
Dört saniye boyunca burnunuzdan nefes alın…
Aldığınız nefesi yedi saniye boyunca tutun…
Son olarak bu nefesi, sekiz saniyeye yayarak ağzınızdan verin…
Bu egzersizi üç kez daha tekrarlayın…

                Bu kadar…

                Bu teknikle, en azından geceleri rahat olmasa dahi uyuyor olacağımızdan, sabah olunca en azından daha dinç kalkıp işimize gücümüze gidip, daha uykusunu almış bireyler olacağız…

                Ne dersiniz?...

               Denemeye değmez mi?...

               Not: uygulanmış ve başarılı olunmuştur…

4 Mayıs 2015 Pazartesi

Reggio Emillia Eğitim Yaklaşımı

                                                          Reggio Emillia EğitimYaklaşımı

            Sevgili okurlar, bugün de köşe yazımızı eğitime ayırdık ve II. Dünya savaşı sonrasında, İtalya’nın kuzeyinde, Reggio Emillia adı verilen 150.000 nüfuslu bir kasabada anne babaların, çocuklarının eğitim alabileceği bir okul kurma girişimiyle başlayıp, bugün “Reggio Emillia” yaklaşımı adı ile, bütün dünyaya yayılan bir okul sistemini sizlerle paylaşmak istedik.

            Bu eğitim yaklaşımının yaratıcısı ve öncüsü, Loris Malaguzzi’dir. “Eğitim her çocuğun hakkı” olduğu düşüncesiyle, çocukların kaliteli bir eğitim alabilmesi için okul, aile ve toplumun işbirliği içinde çalışması gerektiği esas alınmıştır…

            Bu yaklaşıma göre, çocuklar hayatın anlamıyla ilgili cevaplar aramaktadırlar. Onlara cavabı vermek için acele etmemek, onun yerine cevabı kendilerinin bulması için teşvik etmek gereklidir. Erken çocukluk eğitiminde yapılması gereken, çocuklara gelişimlerini destekleyici ve ilerlemelerini teşvik edici bir ortam yaratabilmek ve kendi fikirlerinin gelişmesine fırsat tanımaktır.

            Her çocuğun, sayısız yaratıcı, entelektüel ve iletişimsel potansiyeli vardır ve her birine saygı gösterilmelidir. Çocuklar teoriler geliştiren, bilgi üreten, gözlem yapan, aktif deneyimler edinen, sosyal, duygusal ve zihinsel yönden farklı kaynaklara sahip olan kişilerdir.

            Sevgili okurlar, Reggio Emillia yaklaşımında, çocuklara somut yaşantılar sunulur, bu sayede de yeni deneyimler kazanmalarına yardımcı olunur. Çocuklar araştıran, üreten ve hipotezlerini test eden kişilerdir. Kendilerini ifade ederken çok farklı sembolik araçlardan yararlanabilirler; Resim, heykel, müzik, gölge oyunları, dramatik oyun gibi Reggio yaklaşımında buna, “Çocuğun Yüz Dili” adı verilir.

            Çocukların, düşüncelerini ve duygularını herkes tarafından görünür kılmak adına kullandıkları birçok dile sahip olduklarına inanılır. Bu diller aracılığı ile çocukların sembolik düşünmesi, yaratıcılığı ve iletişim becerileri gelişir.

            Sevgili okurlar isterseniz, şimdi de bu eğitim yaklaşımında sınıf ortamını, öğretmenin rolünü, projelerin (çalışmaların) nasıl olması gerektiğini ve aile katılımının önemini maddeler halinde inceleyelim…

                                                                   Sınıf Ortamı

            Sınıf ortamı, “öğretmenin kendisi” gibi düşünülebilir. Ancak ortamın sadece fiziki özellikleri değil, aynı zamanda ortam içinde gerçekleşen etkileşimler de öğrenmenin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu nedenle okullarda yetişkinlerle çocuklar arasındaki iletişimi kolaylaştırmak amacı ile, bütün çocukların ve öğretmenlerin birlikte bulunabileceği büyük bir alan bulunur; Sınıflar ise bu açık alanın etrafına düzenlenmiştir. Çocuklar ile yetişkinler gün boyunca bu alanı kullanırlar. “Reggio okullarında hiç kimse, kendisini başkalarının gördüğü gibi görme şansını sahip değildir”, düşüncesinden hareketle duvarlar köşeli olarak yan yana getirilen aynalar yerleştirilmiş ve böylece çocukların kendilerini başkalarının gördüğü gibi görebilmeleri sağlanmıştır.

            Sınıf ortamı, rahatlatıcı, ilham verici ve estetiktir. Tüm sınıflar “Piazza” denilen bir avluya açılır. Her avluda bir drama köşesi, (bu köşede motosiklet kaskları, çok çeşitli kıyafetler, gözlükler, çantalar bulunur) ve camekanlı bir atölye odası bulunur. Atölyede çocukların çok farklı türde sanat etkinliği yapabilmeleri için artık malzemeler bulunur.

            Sınıflarda, şeffaflık ve sadelik ön plandadır. Geniş pencereler bulunur, ortam geniş ve aydınlıktır. Sınıfta fazla mobilya yoktur; onun yerine çocukların çalışmaları, resimleri, gerçekleştirilen projelerin fotoğrafları, ürünleri, çocukların aileleri ile birlikte oldukları fotoğraflar gibi, çeşitli görsel materyaller, okulun her yerinde sergilenir.

            Eğitim ortamını çocuklar, öğretmen ve ailelerin arasındaki ilişkiyi güçlendirmeye yarayan bir araç olarak kullanır.

            Sevgili okurlar, gelecek cumartesi sizlerle bu eğitim yaklaşımında, öğretmenin rolünü, projeleri ve aile katılımını paylaşacağız, şimdilik hoşçakalın…

               

 

 

 

 

 


3 Mayıs 2015 Pazar

Burcu Müniroğlu Karagöz Röportajı

Soru 1- Müziğe temel çalgı olan piyano ile başladınız. Yüksek öğrenime başlarken ise, yaylı çalgı ailesinden olan viyolonsel çalmaya başladınız. Anadal değiştirmenizdeki başlıca etkenler nelerdir?
Soru 1- Ben 6 aylık İstanbul'dan Kıbrıs'a döndüğümüzde keman sanatcısı dedem Mustafa Kenan ve piyano öğretmeni teyzem Gaye Kenan Çağlar'ın evinde büyüdüm. Bu evde hep piyano öğrencileri oldu. Teyzem çok sevilen bir müzik öğretmeniydi. Dedemin hiç bir zaman bana keman öğretmek gibi bir girişimi nedense olmadı.Dört yaşında teyzemle piyano başında kendimi bulduğumda henüz ne çalmak istediğimi bilmediğim bir yaştaydım.Piyano temel çalgı olarak hayatımda hep varoldu ve çok seviyorum. Ortaokul yıllarında sevgili Tanju Hoca'yı eski senfoni binasında Saint saens'in Kuğunun Ölümü isimli viyolonsel eserini çalarken gizli gizli izledim. Eve döndüğümde ben viyolonsel çalmak istiyorum dedim. Buna en çok dedem Mustafa Kenan arka çıktı. Annemler de büyük destek verdi. Viyolonsel alındı ve Tanju abiyle ilk çalışmalarıma başladım. Yüksek öğrenime gittiğimde viyolonsel çalıyordum. Marmaradaki  piyano hocam Doç.Dr.Mari Barsamyan piyanoyu anadal olarak  devam etmem konusunda çok ısrar etti ancak kararımın farklı olmasından dolayı da bana uzun bir süre kırgın olduğunu hissettim. Herşeye rağmen  onunla iki yıl çalıştım ve bugünkü piyano konusundaki birkimime çok büyük katkısı olmuştur. Mezun olduktan sonra senfoni orkestrası sınavında yükseklisans sınavlarımda eşlikcim olarak beni hep yüreklendirmiş ve yanımda olmuştur.                                 Soru 2- “Expromte Trio” isminde bir oda müziği grubunda müzik icra ettiğinizi biliyoruz. Bu Trio nun kuruluş amacını, tarzını ve aşamasını anlatır mısınız? Expromte Trio geçirdiği tarihsel süreçte neler yaptı?                                                         Soru 2- Expromte Trio benim gözbebeğim. Bu adada bunaldığım zaman kaçtığım kaybolduğum gizli bahçem. Türkiye'de yaşadığım yıllarda çok aktif bir sahne hayatım oldu. Özellikle CRR Opera ve Senfoni orkestrasında her cuma akşamı dünyaca ünlü bir solistle sahnedeydim. Kıbrıs'a döndükten sonra sadece sınıfta olmak beni çok bunalttı. O dönemlerde Ilias Abdullin karşıma çıktı, 2006 yılından beridir birlikte aynı sahneyi paylaşıyoruz. Expromte kelime olarak birbirini hiç tanımayan müzisyenlerin aniden bir araya gelip ''Hadi müzik yapalım.''dedikleri bir kelime rusçada. Bu adı bize Tataristan'dan gelen bir piyanist takmıştı, biz de hiç değiştirmedik. Triomuz her yıl Bellapais Festivalinde sahne aldı. Bir cd çalışması yaptı. ''Her okula bir piyano'' adını verdiğimiz bir kültür eğitim projemizle devlet okullarına dört adet piyano aldık. Mozart'a iki tane doğum günü yaptık. Esas amacımız toplumun kültür sanat hayatında bir tat bir renk olmak. Öğrencilerimize örnek olmak, paslanmamak. Sahne tozu yutmuş insanlar sahnesiz yapamazlar. Bunu sahneye çıkmış herkes bilir.Triomuz tamamen gönüllük ilkesine dayalı olarak çalışmaktadır. Hiçbir maddi beklentimiz olmadı zaten olsaydı bu günlere gelemezdik.  Gurubumuz sevgi anlayış özveri ve üretken insanların bir araya gelmesi sayesinde hala ayaktadır.Sağlıklı olduğumuz sürece de devam edeceğiz.
Soru 3- Expromte Trio, son konserinin temasını “Piazzola’ nın Rüyası” üzerine kurdu… Neden Piazzola? 
Soru 3- Piazzolla, bir rüyasını anlatmış ve demiş ki:'' Eğer herkes tango yapsaydı, bu dünyada kötülük kalmazdı.'' Biz her yıl konseri planlamadan önce kendimize bir tema seçeriz. Örneğin Piazzolladan önce rahmetli dedem Mustafa Kenan'ın ölümünün 15. yılıydı. O sene Tschaikowsky'nin ve Rachmaninov'un ölüm temalı eserlerini çaldık. Bu sene de Piazzoll'nın bu söylemini tema olarak seçtik. Zaten temayı doğru belirlerseniz eserler ve konserin formu kendiliğinden oluşuyor. Ayrıca daha önce Piazzolla'nın Buenos Aires'te 4 mevsimini, Liber Tangosunu, Oblivionunu konserlerin ikinci yarılarında seslendirmiştik.Hepimiz çok severek çaldık zaten Piazzola çalmayı sevmeyen bir müzisyen gösterin, var mıdır acaba?                     Soru 4-Bize Doğu Akdeniz Üniversitesi’ ndeki çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz?           Soru 4- Ben 1999-2001 yılları arasında Gazi Üniversitesi'nde yüksek lisans yaptım ve Kıbrıs'a biraz da kandırılarak geri döndüm. Bu konuları açmak istemiyorum, bu sene hayatımda beni kıran üzen herkesi affettim. Uzun yıllar özel bir okulda müzik öğretmenliği yaptım. Daha sonra devlette müzik öğretmenliğine başladım ve dört yıl gibi üzün bir süre Dipkarpaz ve Erenköy'de müzik öğretmenliği yaptım. Ancak alt yapım ve birikimim beni hep doktora yapmaya ve sahneye itti. Şu an doktora öğrencisiyim, az kaldı bitecek.  Akademik çalışmayı çok seviyorum. DAÜ müzik bölümünde sadece haftada 1 ders, 4. sınıf koro yönetimine giriyorum. 3ay sonra meslektaş olacağım arkadaşlarımla deneyimlerimi paylaşıyorum. 17 yıldır sınıftayım ve tek tevazu gösteremeyeceğim şey sanırım müzik öğretmenliğidir.  Bu deneyimlerimi onlarla paylaşmak büyük zevk. Bu bölümde kısa bir süre viyolonsel derslerine de girmiştim ancak tayinimin Karpaz'a çıkması nedeniyle bu görevimden ayrılmak zorunda kalmıştım.             Soru 5-Müzik öğretmenlerinin, ortaöğretimde karşılaştığı genel sorunlar nelerdir? Sizce temel altyapı ve müfredat, öğrencilerin tam anlamıyla müzik dersinden yararlanmasına yeterli midir?Soru 5- Müzik Öğretmenliği bu ülkede şaka gibi bir meslek. Kimsenin aldırmadığı, sadece milli günlere ve törenlere endeksli bir branş. Ben şu an MEB-DAÜ ortaklığında hazırlanan müzik  müfredat ve kitap komisyonunda görevliyim. Bu derse bakış açısını, kapsamını, içeriğini sil baştan yaparak, öğretmenlere ciddi anlamda yardımcı olabilecek  yeni bir müfredat ve kılavuz hazırlıyoruz. En kısa sürede öğretmenlerin eline geçmesini diliyorum. Bunun için altı kişi deli gibi çalışıyoruz. Bu çalışma için inanılmaz özveride bulunuyoruz. Ülkemizin geleceği ve çocuklarımız için buna değer.                                                      Soru 6- Müzik icra etmek ve müzik öğretmek adına gelecekteki projeleriniz nelerdir?                        Soru 6- Gelecek için çok büyük projelerim olmamakla birlikte,öğretmenlik ve akademisyenlik hayatımın içerisinde yazmak, fotoğraf çekmek ve sahne her zaman olacak diye umuyorum. Öğrenmenin sonu olsaydı iyi öğretmen olunabilirdi. Ben çocukları çok seviyorum onlarla mutluyum, bunu onlarla zamanı unuttuğumu gördüğüm için biliyorum. İşin en güzel tarafı onların da beni çok sevdiklerini hissediyorum. Ne diyebilirim hayat bana güzel.!!!

Abi Git Konuş Bence

                          Abi Git Konuş Bence

              Evet, seçim telaşı, birinci tur, ikinci tur derken bir cumhurbaşkanlığı seçimi daha sonlandı… 

              Üstelik, dünya tarihi KKTC’de, bir değişim daha gördü… 

              15 Kasım 1983’ten, 17 Nisan 2005’e kadar geçen sürede, kurucu cumhurbaşkanı olarak, R. R. Denktaş; 20 Nisan 2005’ten, 23 Nisan 2010’a kadarki sürede, Mehmet Ali Talat; 23 Nisan 2010’dan, 26 Nisan 2015’e kadar geçen sürede, Derviş Eroğlu ve son olarak da, 26 Nisan 2015’ten itibaren, Mustafa Akıncı seçilerek KKTC’nin cumhurbaşkanı oldu…

               Sayın Mustafa Akıncı’nın, seçilmesinin üstünden bir gün ya geçti ya geçmedi, TC cumhurbaşkanı sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın sert bir sözlü müdahalesi ile karşılaştı. İşin bahanesi de, seçilen cumhurbaşkanı “iki kardeş ülke” demiş…

               Adama seçilme sevinci bile bırakılmadı…

               Üstelik, halkın oyları ile seçilen bir cumhurbaşkanına, “ağzından çıkanı kulağın duysun” ayarında bir “fırça” atılmaya çalışıldı…

                Tabii ki, Akıncı da bunun altında kalmadı, ama ayara ayar vererek… 

                Bana sorarsanız, ‘ki okuyorsanız sormuşsunuz sayıyorum’, birileri sayın Recep Tayyip Erdoğan’ ı fitlemiştir bu konuda… 

                Allah allah, kim acaba?...

                Kesin bunun da Fethullahçılar yapmıştır...

                Bir şans verseydiniz bari adamcağıza…

                Özgeçmişine baktığımızda, sayın Akıncı’nın, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesinden mezun olduğunu görüyoruz…

                Yani, “boş bir adam” olmadığının altını çiziyoruz… Siyasal görüşü mü acaba, Erdoğan’ la ters düşmüş?

                Sayın Akıncı, halkın % 60.5 oyu ile seçilmiş bir cumhurbaşkanı

                Bence, hayatta önyargılarımızdan kurtulmamız gerekiyor diye düşünü-yorum…

                Önce bir alır karşına konuşursun adamı, ondan sonra fikir beyan edersin…

                Ancak o zaman düşüncelerin ters düşerse ayara geçersin… 

                 Bu dünya kurulalı böyle…

,                 Bir anlatabilseydi, belki de karşısındakiler anlayacaktı kendisini,

                 Ama kendini anlatabilme şansı bile verilmedi…

               Sayın Mustafa Akıncı, git konuş bence…