27 Şubat 2015 Cuma

High/Scope Eğitim Yaklaşımı 2

                                                 HİGH/SCOPE YAKLAŞIMININ TEMEL İLKELERİ

             Sevgili okurlar, hatırlayacağınız üzere, geçen hafta okulöncesi eğitimde etkin bir öğrenme metodu olan High/Scope yaklaşımını tanımlamış, nasıl ortaya çıktığını ve ana hatları ile neleri kapsadığını konuşmuştuk. Bugün de bu yaklaşımın temel ilkeleri ile sohbetimize devam ediyoruz…

             Sevgili okurlar, High/Scope programının dayandığı temel ilke, “etkin öğrenme” dir.Bu temel ilkeden başka, dört temel ilke daha bu programın temelinde yer alır. Diğer dört temel ilke ise; olumlu yetişkin-çocuk etkileşimi, öğrenme çevresi, tutarlı bir günlük program ve değerlendirmedir.

             High/Scope yaklaşımında öğretmenlerin görevi, etkin öğrenmeyi geliştirecek bir ortam sağlamak ve çocuklara eylemleri hakkında düşünmeleri için yardımcı olmaktır. Bir anlamda çocuklar, gelişme düzeyleri elverdiği ölçüde, bilimsel gözlem ve yargıya varma yöntemi ile öğrenirler.

             Yetişkinler, çocukların etkin öğrenciler haline gelebileceği bir ortam oluşturmak amacı ile, öncedenbildirilmeyen hiçbir değişikliğin olmadığı tutarlı bir günlük program uygularlar. Geziler, özel ziyaretler, sınıf içinde olan etkinlikler sürpriz olmaz. Böylece günlük plan aksamadan uygulanır. Günlük programın aksamadan uygulanması, çocuklara, sorumluluk duygularını geliştirmek için gerekli olan zaman denetimini ve bağımsız olma fırsatını sağlar. Böylece çocukların davranış temelinde, bir işe başlamadan,sağlam bir plan yapma davranışı da şekillenmeye başlar.

              High/Scope programının günlük düzenini, temizlik, planla-yap-değerlendir sıralaması, küçük ve büyük grup faaliyetleri ve açık hava faaliyetleri oluşturmaktadır.

              ETKİN ÖĞRENME

              Sevgili okurlar, etkin öğrenme, yaparak öğrenmedir. Etkin öğrenmede çocuklar sadece seyredip dinlemekle yetinmez, onlar da bu eğitim sürecine etkin olarak bir şeyler yaparak katılır, bağımsız olarak hareket ederler ve keşiflerde bulunurlar. Mesela boyaları karıştırırlar, şişe kapaklarının tekerlek gibi kullanılabileceğini öğrenirler. Etkin öğrenme, çocuklara ezmek, sürtmek, yerlerde sürünmek gibi dolaysız deneyimler kazandırır ve tırmanama, dönme gibietkin araştırma olanakları sunar.

             Etkin öğrenme beş noktadan oluşmaktadır:

Her çocuk için malzemeler
Çocuğun bu malzemelerle çalışması
Çocuğun malzemelerle yapacağı şeyi seçmesi
Çocuğun seçtiği ve kullandığı dil
Yetişkinlerin ve yaşıtlarının desteği

Etkin öğrenmenin beş uygulama unsuru vardır:

1- Seçim: Ne yapacağına çocuk kendisi karar verir. Öğrenme, çocuğun kişisel ilgilerini ve amaçlarını izleme girişimleri sonucu ortaya çıktığı için, etkinliklerde materyalleri  seçmede kararların çoğunu çocukların vermesine, onları problem çözme çabalarına, öğretmenleri ve arkadaşları ile iletişim kurmalarına ve yaratıcı olmalarına izin verilmelidir.
2- Malzeme: Çocuğun çeşitli biçimlerde kullanabileceği, ilgi derecesine göre, arasından seçim yapabileceği bol miktarda ve çeşitte, yaşına uygun, malzeme olması gerekir. Öğrenme, çocuğun materyallerle doğrudan ilişkiye girmesiyle olmaktadır.
3- Kullanma: Çocuk nesneleri özgürce kullanabilir. Okulöncesi dönem çocukları elleri ile çalışırken çok şey öğrenebilirler. Malzemelerin özelliklerini keşfederler (ağır, sert), yararlı becerileri edinirler (katlama, kesme, boyama) ve temel kavram ve ilişkileri keşfederler (aynı/farklı, yukarıda/aşağıda, ince/kalın). Çocuklara araştırma ve deneme özgürlüğü verilmedikçe bunlar keşfedemezler.
4- Dil: Çocuk yapmakta olduğu şeyi anlatır. Çocuk dil aracılığı ile hareketleri hakkında düşünür, yeni deneyimleri mevcut bilgi dağarcığına ekler. Öğretmen açık uçlu sorularla, çocukları düşünerek cevap vermeye ve kendi sözcüklerini seçmeye teşvik eder.
5- Destek: Yetişkinler ve çocuğun akranları çocuğun problem çözme ve yaratıcılık çabalarını görüp teşvik ederler.Öğretmenin, çocuğun yaptığı işi sözel olarak ifade etmesi, çocuğun yapmakta olduğu iş ile ilgili olarak konuşmasına yol açar. Ayrıca çocuklar birbirlerine yardım etmeleri için teşvik edilirler.

25 Şubat 2015 Çarşamba

Yapılan İyilik

                                                                        YAPILAN İYİLİK

                  Sevgili okurlar bu hafta Kıssadan-Hisse köşesinde sizlere,birine yaptığımız  iyiliğin, geri dönüşümü ile ilgili güzel bir hikaye paylaşacağız. Gerçi birine karşı yapılan iyilikte kabul görülen, karşılık beklenmeden yapılan iyiliktir, fakat dünyada neyin nasıl olacağı ve insanın neyle karşılaşacağı belli olmaz, belki de birilerine karşı farkında bile olmadan yaptığımız küçücük bir iyilik, yıllar sonra zor durumumuzda bizlere, çare olarak geri döner. İşte bu konu ile ilgili güzel bir hikaye;

                  Bir zamanlar İskoçya’da, yoksul mu yoksul bir çiftçi ailesi yaşardı. Bu yoksul çiftçi ailesinin günleri tarlada çalışmakla geçerdi ve geçimlerini güçlük içinde sağlarlardı. Bu çiftçi ailesinin adı Fleming’lerdi. Günlerden bir gün Fleming’ler, yine tarlada çalışırken, bir çığlık sesi duydular. Baba Fleming, hemen sesin geldiği yere doğru koştu. Bir de baktı ki, bir çocuk bataklığın içinde yarı beline kadar saplanmış duruyor ve avazının çıktığı kadar da bağırıyordu. Çiftçi hemen koşup çocuğu bataklığın içinden kurtardı ve böylece onun ölmesine, üstelik de acılı bir şekilde ölmesine mani oldu.Bataklığa saplanan çocuk, kurtulduktan sonra içtenlikle teşekkür etti ve ailesinin kaldığı yere gitmek üzere çiftçinin yanından ayrıldı…

                  Ertesi gün Fleming’lerin evinin önüne gösterişli bir araba geldi ve içinden şık giyimli bir aristokrat indi. Kendini,çiftçinin kurtardığı çocuğun babası olarak tanıttı ve çiftçiye ”Oğlumu kurtardınız, size bunun karşılığını vermek istiyorum” dedi. Yoksul ve onurlu Fleming, “Kabul edemem!” diyerek ona verilen ödülü geri çevirdi. Tam bu sırada, kapıdan çiftçinin küçük oğlu göründü. Aristokrat “Bu senin oğlun mu?” diye sordu. Çiftçi gururla “Evet” dedi. Aristokrat devam etti: “Gel seninle bir anlaşma yapalım. Oğlunu bana ver, iyi bir eğitim almasını sağlayayım. Eğer karakteri babasına benziyorsa, ileride gurur duyacağın bir kişi olur”…

                   Bu konuşmalar sonunda, Fleming’lerin oğlu, aristokratın desteğinde eğitim gördü. Aradan yıllar geçti. Çiftçi Fleming’in oğlu, Londra’daki St. Mari’s Hospital Tıp Fakültesinden mezun oldu ve tüm dünyaya adını, penisilini bulan adam, Sir Alexander Fleming, olarak duyurdu. Bir süre sonra aristokratın oğlu zatürreye yakalandı. Onu, tahmin ettiğiniz gibi, penisilin kurtardı…

                  Aristokratın adı: Lord Randolp Churchill…

                  Oğlunun adı: Sir Winston Churchill…

                  Kurtaran doktorun adı ise: Çiftçinin oğlu, Sir Alexander Fleming olarak tarihe geçti…

                  Sevgili okurlar elbette bütün yaptığımız iyilikler, bu hikayedeki tatlı tesadüfler gibi olmayacaktır. Fakat birbirimize farketmeden bile yaptığımız iyilikler, gün gelecek büyük işlerin olmasına, büyük vesilelerin gerçekleşmesine neden olacaktır. İnsan olmamızın özü, iyilikten geçer. Birilerine yardım ettiğimiz zaman, kendimizi daha enerjik, daha hayat dolu, daha neşeli buluruz, çünkü yaşayan bir birey olmanın, insan olmanın esasını bulmuş oluruz

                  Sanayi geliştikçe, insanların yaptığı işleri makineler yaptıkça, insanlar daha kalabalık, fakat daha birbirinden bağımsız yaşamaya başladı sevgili okurlar. Bunun sonucu olarak da birbirimize nasıl davranacağımızı maalesef unutur olduk. Yaşamımıza bilgisayar da eklenince, daha yalnız, daha bencil, bizim dışımızdaki olaylara daha umursamaz bir tavır içine girdik. Birbirimize yardım etmeyi, bir işi yardımlaşarak yapmayı unutur olduk. Kimseye güvenemez olduk, bizimle ilgisi olmayan olayları, bizim dışımızdaki hiçbirşeyle ilgilenmez olduk. Bu tavrımız çevreye, etrafımıza karşı güvensizliği de beraberinde getirdi. Acaba başkalarına mı güvenemez olduk, yoksa bu durumdan dolayı kendi kendimize mi güvenimiz sarsıldı?...

                   Sanayinin gelişmesi hayatımızı kolaylaştıradursun, bizim ille de insan ilkesine sıkı sıkıya bağlı kalmamız gerekir sevgili okurlar. Böylece insan olduğumuzu, makineleşmiş düzenin içinde biraz da duyguların ve özellikle insan olmanın özünün burada yattığını kavrarız…

                  Gelecek Perşembe yeniden görüşebilmek ümidi ile…    

 

 

 

 

 

 

 

                         

22 Şubat 2015 Pazar

High/Scope Eğitim Yaklaşımı 1

HIGH/SCOPE EĞITIM YAKLAŞIMI

              Sevgili okurlar, gazeteniz Yeni Bakış’ ta, geçen beş sayıda işlediğimiz konu “Okul Öncesi Eğitiminin Gerekliliği” konusuydu… Okul öncesi çocuklarının neden eğitim almalarının önemli olduğunu, çocukları bu eğitime doğal olarak iten sebepleri, okul, aile ve çocuk üçgeninin nasıl dengede tutulması gerektiğini ve en önemlisi çocuklarımızı büyütürken, yetiştirirken ve eğitim için bir kurum veya kuruluşa verdiğimizde, anne-baba olarak bizlere de nasılbüyük sorumluluklar düştüğünü, bu sorumlulukların neler olduğunu, uzun bir yazı ile konuşmuştuk.Yine de bu yazılarıkaçıran, okumak isteyen ya da yeniden okumak isteyen okuyucularımız internetten, erbaygeceyatmaz.blogspot.com adresinden, bu yazıları takip edebilir…

               Bu hafta ve önümüzdeki birkaç sayıda ise sizlere, okulöncesi çocuklarının, belirmekte olan becerilerinin desteklenmesi ve geliştirilmesi için seçilecek en uygun kuramı, High/Scope eğitim yaklaşımını anlatmak istiyorumsevgili okurlar. High/Scope Eğitim yaklaşımı, 1962 yılında ABD’ de David P. Weikart ve meslektaşları tarafından geliştirilen ve bugün dünyanın birçok ülkesinde uygulanmakta olan bir okul öncesi eğitim yaklaşımıdır. Bu yaklaşımın oluşturulmasına, Jean Piaget’in kuramları rehberlik etmiştir.

               Sevgili okurlar, Jean Piaget, bir konuşmasında, “Etkin bir okul ancak, öğrencilerin gerektiği için değil, kendileri istediği için çaba göstermelerini, ve başkaları tarafından hazırlanan bilgiyi kabul etmek yerine kendi akıllarını kullanarak özgün çalışmalar yapmalarını sağlayabilirse, zeka yasalarının tümüne saygı göstermiş olur.” demiş, ve okulöncesi eğitim kurumlarının bu konuya daha duyarlı olması gerektiğine de dikkat çekmiştir.

               Piaget’ in kuramlarının bir kısmının, haklı olarak, sorguladığı ve başka uzmanların düşündürücü öneriler ve yargılar öne sürdüğü doğrudur. Örneğin Piaget’in gelişme aşamalarının, başlangıçta sanıldığı kadar kesin olmadığı bilinmektedir. Çocuklar, bazen Piaget’in kuramından yola çıkarak beklediğimizden daha olgun “düşünebilirler.” Yine de, büyük ölçüde Piaget’ nin gelişme kuramı ve araştırmasından kaynaklanan “zeka yasaları” nın, erken çocukluk gelişimi ve okulöncesi eğitimi, öğretimi ve öğrenimi üzerinde hala önemli etkilere sahip olduğuna inanılıyor.

               Bu yaklaşımda, çocukların en fazla kendilerine planlayıp uyguladıkları etkinliklerden öğrendikleri anlayışı esastır. Bir diğer deyişle, High/Scope programı erken çocukluk eğitiminde, “etkin öğrenme” kavramını temel alır. Çocukların kendi tercihlerini yapmalarına, karar alma mekanizmalarının geliştirilmesine, sorumluluk almayı öğrenmelerine, öz disiplin ve yeteneklerinin geliştirilmesine destek verilir. Çocukların yaratıcı, girişken, sorgulayıcı, kendini rahatça ifade edebilen, başkalarının görüşlerine açık bireyler olarak yetişmeleri teşvik edilir. Bunu sonucunda da çocuğun dil gelişimi gelişir. (Dili kullanma becerisi, kendini ifade yeteneği, düşünme süreci vs.)

               High/Scope programını uygularken öğretmen veya eğitmenler, çocukların zihinsel olarak dünyayı nasıl yapılandırdıklarını ve bu zihinsel yapıların çoğunun gelişim süreci içinde nasıl değiştiğini anlamalıdırlar. Öğretmenler her çocuğun sayı, uzunluk, ağırlık, mekan ve zamanı nasıl kavradığını değerlendirmelive her çocukla kendi akıl yürütme sınırları içinde çalışmalıdırlar.

               Öğretmenler, çocukların düşünce ve eylemleriniyönetip denetlemek yerine, bu düşünce ve eylemleri temel almalıdırlar. Öğrenme, çocukların kendi tasarladıkları faaliyetler ve projelerle yoğun olarak ilgilendikleri zaman gerçekleştiğinden, öğretmek, çocukların çalışmalarını kendilerinin seçmelerini ve düzenlemelerini sağlamaktadır. O halde öğretme, çocukların seçtikleri çalışmaları düşünmeleri için bir ortam oluştumasını sağlamaktır.

              Çocuklar günlük yaşamlarında ne yapmak istediklerine karar verme fırsatına sahip olmalıdırlar. Öğretmen, her çocuğun bir plan oluşturmasına, bu planı üstesinden gelebileceği parçalara ayırmasına, aşamalandırmasına ve gerekli malzemeleri saptamasına yardımcı olmalıdır. Okulöncesi yaşlarda çocuklar, plan yapmaya, belirli bir faaliyete ilgi duymaya başlarlar.Öğretmen de bu faaliyeti desteklemelidir. Zaman içinde, bu planlar çocuğun harekete geçmeden önce seçenekleri ve kararları dikkate alma yeteneğinin gelişmesiyle çeşitlenir ve karmaşıklaşır.

             Çocuğun günlük planı, öğretme için bir başlangıç noktası olarak oluşturulmalıdır. Plan, sorgulamak, önermek ve sorunları tanımlamak için bir sıçrama tahtasıdır. Öğretmen, her çocuğun yapmakta olduğu şeyle ilgili olarak düşünmesine, gözlem yapmasına, ilişkileri fark etmesine ve sorunları tanımlayıp çözümlemesine yardımcı olur.

            Bazı temel deneyimler, çocuğun erken zihinsel gelişimi için zorunludur. Öğretmen bu temel deneyimlerin rehberliğinde, bilinçli ve sistemetik olarak çocukların öngörme, tarif etme, açıklama, değiştirme, varsayım yapma ve alternatif aramalarına yardımcı olur. Öğretmenin görevi, çocukların, çalışmalarında bu süreçlerden yararlanmalarına yardımcı olmaktır. 

             Bu kurallar, 40 yılı aşkın bir süredir program araştırma ve uygulamalara rehberlik etmiştir… 

             Sevgili okurlar, bugün sizlere okulöncesi eğitimin oluşturulup kurgulanmasına ve çocuklara aktarılmasına rehberlik eden önemli bir konudan, High/Scope yaklaşımından bahsettik. Haftaya aynı konu hakkında tekrar sohbet etmek üzere, hepinize mutlu, huzurlu ve sağlıklı bir hafta sonu diliyorum, sağlıcakla kalın…    

 

 

20 Şubat 2015 Cuma

Derviş Kaşıkları

DERVİŞ KAŞIKLARI

                Sevgili okurlar bu hafta Kıssadan Hisseye köşemizde sizlere, yine beğeneceğinizi umduğumuz bir hikaye ulaştırmak istiyoruz.Sevginin sözde değil, özde yaşanması gerektiğini bizlere hatırlatan bu güzel hikayeyi belki de bazı okuyucularımız daha evvel de okumuştur. Gelin bu güzel hikayeyi birlikte hatırlayalım…

                “Sevginin yalnızca sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?” diye sormuşlar bir bilgeye… Bilge bir sofra hazırlamış ve sevgiyi dilinden hiç eksik etmemelerine karşın, onu günlük yaşamlarında hiç kimseye göstermeyen kişileri yemeğe çağırmış. Sofrada herkes yerini aldıktan sonra, önlerine birer tas sıcak çorba, sonra da derviş kaşıkları denen, sapları bir metre uzunluğunda olan, özel kaşıklar getirmiş. Ev sahibi yemeğe davet edilen konuklara, bu kaşıkları nasıl tutmaları gerektiğini söylemiş. Herkes kaşığını sapının ucundan tutacak ve yemek öyle yenecekmiş. Misafirlerucundan tuttukları bir metrelik kaşıkları, güçlükle çorba taslarına daldırıyorlar, fakat kaşıkları çorba doldurup ağızlarına götüremiyorlardı…

                Ağızlarına bir kaşık çorba bile koyamayan konuklar, yemekten sonra sofradan kalktıklarında, karınlarını doyuramamışlar, üstelik kaşıklarından dökülen çorbalarla da sofranın üstünü kirletmişlerdi…

                Bilge, birkaç gün sonra yeniden bir yemek daveti verdi. Bu kez sevgiyi gerçekten bilen ve her gün sevgiyle yaşayan kişileri çağırdı. Yüzleri aydınlık, gözleri sevgiyle gülümseyen, karşısındaki ile konuşurken karşısındakinin gözlerine bakan, iyimser kişiler geldiler ve bu kez de onlar sofradaki yerlerini aldılar. Önlerine birer tas çorba ve sapları bir metre uzunluğunda derviş kaşıkları yemeğe getirildi. Onlara da kaşıkları ancak saplarının ucundan tutabilecekleri kuralı söylendi. Ev sahibi bilgenin “haydi buyurun afiyet olsun” sözünden sonra, önce sofrada kısa bir sessizlik oldu. Sonra sofradaki herkes önündeki kaşığı ucundan tuttu ve karşısındaki kişinin çorbasına daldırıp, kaşığına aldığı çorbayı, karşısındaki kişinin ağzına uzattı. Bu yöntemle herkes karnını doyurabildi. Konuklar sofradan kalktıklarında ise, sofranın üstünde, dökülmüş tek damla çorba yoktu…

               Sevginin yalnızca sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark var sorusunu soranlara da bu uygulama ile cevap verdikten sonra bilge, bir de öğütte bulundu; “İşte” dedi, “kim ki yalnızca yaşam sofrasında yalnızca kendini görür ve yalnızca kendini doyurmayı düşünürse, o kişi aç kalacağını da bilmelidir ve kim ki başkalarını da düşünür, o da başkaları tarafından doyurulacaktır… Çünkü hayat pazarındaalan değil, veren kazançlıdır her zaman…”

              Sevgili okurlar hayat kavgasına, işimiz gücümüze kendimizi o kadar çok kaptırıyoruz ki, bazen bize uzanan yardım elini ya görmüyoruz, ya da yaşadığımız yoğunluktan dolayı görmemezlikten geliyoruz… Oysa unutuyoruz ki bizim yapabileceğimiz en ufak bir yardım eli bile, eşimizin, dostumuzun, sevdiklerimizin veyahut hiç tanımadığımız birinin bile, hayatında çok şey değiştirebilir. Bizim başkasınayaptığımız ufacık bir iyilik, onun hayatına yeni umutlar açmasına vesile olabilir. İçinde sevgi tohumları yeşerten her varlık, başkalarına da yardım elini uzatmaya, başkaları için de bir şeyler yapmaya meyillidir, hatta bundan mutluluk ve kıvanç duyar. Çünkü canlı olmanın, yaşamanın, nefes almanın yolu buradan geçer sevgili okurlar…

               Herşeyi sevgiyle yapmalıyız… İşlerimizi yaparken bile sevgiyle yaparsak, yüzümüzden o tatlı huzur, gözlerimizdeki yaşama sevinci dışarıya yansır. Etrafımıza verdiğimiz o pozitif enerji bile, başkalarının da işlerine sevgiyle yaklaşmasına, onların da işlerini severek yapmasına vesile olur  

                Ruhunda sevgi tohumları yeşerten her varlık, başkaları için kötü şeyler de düşünemez sevgili okurlar. Çocuklarımıza, yakınlarımıza, sevdiklerimize ya da çevremizdeki insanlara ufacık bir yardım elini uzatmaktan sevinç duymamız gerekir, böyle yaparsak daha mutlu bireyler oluruz ve çevremize de mutlu olmaları için vesile oluruz… Unutmamalıyız ki,her şeyin başına sevgi vardır…

                 Daha bu hafta Türkiye de yaşanan, Özgecan Aslan olayında, yüreklerimiz parçalandı sevgili okurlar… Hiçbir canlının başka hiçbir canlıya yapmayacağı, yapamayacağı bu vahşet dolu olayı şiddetle kınıyor, bunu yapanların ve buna vesile olanların en ağır bir şekilde cezalandırılması gerektiğine, Yeni Bakış gazetesi olarak katılıyoruz…      

 

13 Şubat 2015 Cuma

Okulöncesi Eğitimin Gerekliliği 5

                                 ÜLKELERİN OKULÖNCESİ EĞİTİMDEN FAYDALANMA ORANLARI

               Merhaba sevgili okurlar. Hepinize huzurlu ve keyifli bir hafta sonu dilerim. Geçen hafta hatırlayacağınız üzere, okulöncesi eğitimin gerekliliği konusunda, çeşitli ülkelerdeki okulöncesi eğitiminin amaçlarına göz atmış, bu arada “Heat Start” yaklaşımından çok kısa olarak söz etmiştik. Bu hafta ise ilginç bulacağınıza inandığım bir konuyu, çağımızın nüfusunun çeşitli ülkelerde okulöncesi eğitimden faydalanma oranları konusuna bir göz atarak sohbetimize başlamak istiyorum…

               Sevgili okurlar, Fransa da okulöncesi eğitim mecburi değildir. Buna rağmen Fansız çocuklarının % 50 den fazlası, ilkokula başlamadan önce 1 ya da iki yıllık bir okulöncesi eğitimden geçerler. 1885 yılından itibaren eğitim ve bakım hizmeti vermekte olan yuva ve anaokulu olan okullar, Eğitim Bakanlığı tarafından desteklenir. Bu ilkede 5 yaşındaki çocukların hemen hemen tamamı okulöncesi eğitiminden yararlanmaktadır.

               Danimarka’ nın endüstrileşmiş bölgelerinde anaokulları ihtiyaç haline gelmiştir. Endüstrinin geliştiği, ya da gelişmekte olduğu ülkelerde, okulöncesi eğitimin de paralel olarak gelişmeye başladığını geçen sayılardaki yazılarımızda sizlere aktarmıştık. Ancak Danimarka da bu ihtiyaç toplumun bütünü için genelleştirilememiştir. 1969 yılında Danimarka, anaokul çağı çocuklarının ancak ve ancak % 15 ine hizmet verebilmiştir. Geriye kalan % 85 i için bu ihtiyaç karşılanamamıştır.

               Almanya’ da bu durum farklı eyaletlere göre değişiklik gösterir. Berlin de 5 yaşındaki çocukların çoğu okulöncesi eğitimden faydalanmaktadır. Bu çocukların % 20 den fazlası anasınıflarına, % 35- 40 kadarı ise, 12 hafta kadar oyun gruplarının faaliyetlerine katılmaktadır.

             Gelelim dünyanın en yüksek okur yazar oranına sahip ve sanayi ve taknolojide en gelişmiş ülkelerinden biri olan Japonya ‘ya; 1977-78 yılı başında anaokullarına giden ve bu eğitimden faydalanan çocukların sayısı, 2- 5 yaş nüfusunun % 41 ini teşkil etmiştir. Bu ülkede okulöncesi eğitimi mecburi olmamakla birlikte, bu konuda talepler giderek artmaktadır. 5 yaşındaki çocukların % 90 ının okulöncesi eğitimden yararlandığı bilinmektedir.

               Genellikle dünyanın her ülkesinde, hayatın ilk 5 yılına ait olan eğitim, anne-babaların temel görevleri arasında kabul edilmektedir.  Eğer bu açıdan bakarsak, çocukların okulöncasi eğitimden yararlanma şansı en çok aileye bağlıdır. Geçen sayılardaki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi, ailenin böyle bir kurumdan faydalanma ihtiyacı, çocuğun ileriki yaşlardaki tüm hayatı için her şeyden önemlidir. Bu faktör göz önüne alınınca, çevremizdeki okulöncesi eğitim , yuva, müzik ya da ingilizce eğitimi veren kuruluşların, ebeveyn katılımlı dersler, programlar ya da çalışmalar yapmasının altında yatan temel neden budur. “Ebeveyn destekli eğitim” 

               Görüldüğü üzere, dünyanın çeşitli ülkelerindeki okulöncesi durum ile ilgili verilen bu bilgiler, ülkelerin gelecek kuşaklarının gelişmesi ve eğitilmesi, bunun yanında da kadının iş, meslek edinmesi ve kişilik olarak kendini geliştirmesi yönünde çaba sarfetmesindeki önemi gözler önüne serer.

                Okulöncesi kurumlarına duyulan ihtiyaç, Türkiye’ de de son zamanlarda yaygın hale gelmiştir. Daha önce de anaokullar ya da yuvalar vardı, ancak faydalanma oranları çok sınırlı idi. Ancak son yıllarda iş hayatının artması, kadının çeşitli iş kollarında çalışması ve okulöncesi eğitiminin gerekliliğinin anlaşılması, okulöncesi eğitim kurumlarına olan ilgiyi artırdı. Türkiye’ nin coğrafi yapısı, yerleşme merkezlerinin çok dağınık oluşu, toplumda kültürel yapıları ve sosyo-ekonomik durumları farklı olan aile tipleri oluşu sebebi ile de, okulöncesi eğitimin bir gerekliliğidir. Bu farklı sosyo-kültürel çevreden gelen ailelerin çocuklarının gelişim farklarını en aza indirgemek ve dolayısı ile eğitimde fırsat eşitliği yaratmak için, ülke çocuklarının muhakkak tümünün okulöncesi eğitimden yararlandırılması gerekir.

              Gelelim ülkemize; kadının son zamanlarda iş, meslek ve kişilik olarak kendini geliştirmek istemesindeki nedenler okulöncesi eğitimin, son yıllarda çok gelişmesindeki temel nedenler olmuştur. Ülke çocuklarının büyük bir çoğunluğu artık okulöncesi eğitim kurumlarından yararlanmakta, böylece ilkokula başlama yaşına gelene kadar temel eğitim sürecini tamamlamaktadırlar. Ancak aileler çocuklarını bu eğitim kurumlarına verirken iş hayatının yoğunluğu, sosyal hayata daha çok katılma isteği ya da sosyal aktivitelere katılma bahanesi ile, çocuklarını da ihmal etmemeleri gerekir. Çünkü eğitim, yukarıda da belirttiğimiz gibi ailelerin temel görevidir. Çocuğumuzla eğitim dışında da birebir ilgilenmek, çocuğun ileride oluşturacağı kişilik gelişimini, dolayısı ile ömrü boyunca alacağı eğitimi büyük oranda etkiler…

               Sevgili okurlar umarım yararlı bir sohbet olmuştur, gelecek hafta yeniden görüşebilmek ümidi ile hepinize mutlu hafta sonları dilerim.   

                     

12 Şubat 2015 Perşembe

Kırlangıç

KIRLANGIÇ 

            Sevgili okurlar bu hafta sizlere Kıssadan - Hisse köşemizde, sevgililer gününün bu haftaya düşmesi olması dolayısı ile, bir sevgi hikayesi paylaşmak istiyoruz…

            Kırlangıcın biri, yalnız başına yaşayan bir adama aşık olmuş. Sürekli penceresinin önünden uçarak geçer, adamın onu farketmesini istermiş. Adamcağız da işi gücü dolayısı ile hiç farkında olmaz, işlerini yetiştirmek işin sürekli var gücü ile çalışırmış. Küçük kırlangıç sonunda bütün cesaretini toplayıp adama konuşmaya karar vermiş ve penceresinin önüne uçup konmuş. Tüylerini kabartmış ve tekrar cesaretini toplayıp, güzel durduğuna ikna olduktan sonra, küçücük gagası ile cama vurmuş;                    

            -Tık… Tık… Tık… 

            Adam ilk önce duymamış. Çünkü çok meşgulmüş. Küçük kırlangıç, birkaç kez daha vurduktan sonra nihayet camın sesini adama duyurabilmiş. Adamın biraz da canı sıkılmış. Çünkü işi yine başından aşkınmış! Kimmiş ki onu işinden alıkoyan, işte minik bir kırlangıç… Adam pencereyi açmış ve biraz canı sıkkın, biraz da meraklı gözlerle küçük kırlangıca sorgularcasına bakmış.

             Heyecanlı kırlangıç, telaşını ve heyecanını bastırmaya çalışarak önce derin bir nefes almış. Sonra da küçük, şirin gagasını açmış ve sözcükler gagasından dökülmeye başlamış:

             -Hey, yalnız adam! Ben seni seviyorum. Nedenini ya da nasıl olduğunu sakın sorma. Uzun zamandır seni izliyorum ve ancak bugün cesaret bulup konuşabildim. Aç pencereni de beni içeri al, birlikte yaşayalım…

             Adam hem kızmış hem de hayli şaşırmış. Bir kırlangıç ona nasıl böyle bir şey söyleyebilme cesaretini gösterir... Birden parlamış:

            -Durup dururken sen de nereden çıktın şimdi? Zaten işim başımdan aşkın, bir de seninle mi uğraşayım? Olmaz, seni içeri alamam. Zaten sen bir kırlangıçsın, kırlangıç insana aşık olur mu hiç?

            Küçük kırlangıç çok mahcup olmuş, başını önüne eğmiş ve hiçbirşey söyleyemeden telaşla oradan uçup uzaklaşmış. Ama pes etmemiş. Bir süre sonra, tekrar cesaretini toplayıp pencereye gelmiş. Gülümseyerek tekrar şansını denemiş:

              -Haydi yalnız adam, aç artık pencereni ve beni içeri al. Bak sana yük olmam. Birlikte yemek yer, seninle uzun uzun konuşur, sohbet ederiz. Ben senin arkadaşın olurum ve canını hiç sıkmam…

               Adam bu ısrarlar karşısında daha çok sinirlenmiş:

               -Yok ben seni içeri almam, seninle uğraşamam. Benim çok işim var zaten, konuşmaya bile hiç mi hiç vaktim yok benim, çok yoğunum

               Aradan yine bir zaman geçmiş. Sonbahar yaklaşırken küçük kırlangıç dayanamamış, bir kez daha adamın penceresinin önüne gelmiş:

               -Bak soğuklar da başlıyor. Ben dışarıda üşümeye başlıyorum. Eğer beni içeri almazsan, sıcak yerlere göç etmek zorunda kalacağım. Çünkü ben ancak sıcakta yaşarım. Bak ben de yalnızım sen de yalnızsın, senin yalnızlığını da paylaşırım…

                 Bazı insanlar gerçekleri duymaktan hiç hoşlanmazlar. Adam da, küçük kırlangıcın “yalnızsın” sözüne çok içerlemiş, çok sinirlenmiş, “Ben yalnızlığımdan memnunum” demiş. Kırlangıçtan onu rahat bırakmasını istemiş ve onu düpedüz kovmuş…

                 Küçük kırlangıç son denemesinden de başarısızlıkla çıkınca, başını önüne eğmiş, kaldırıp bir şey söyleyecek gibi olmuş, sonra vazgeçmiş ve utançla adamın penceresinden uçmuş gitmiş. Adam önce hiç oralı olmamış. Fakat günler geçtikçe kırlangıcı arar olmuş. Ona neden öyle davrandığını bilmemesine rağmen, zamanla yaptıklarından pişman olmuş. Kendi kendine, aslında yalnız olduğunu itiraf etmiş. Sürekli, “Eğer küçük kırlangıcı içeri alsaydım onunla hem konuşur sohbet ederdim, hem yalnızlığıma arkadaş eder ve hem de onun soğukta kalmamasını sağlardım. Ayrıca şimdi böyle kös kös oturacağıma, onunla iyi vakit geçirirdik” diye düşünmekten kendini alıkoyamamış. Gelecek sene, yazda, küçük kırlangıç geldiğinde, kesin yine penceresinin önüne gelir diye düşünmüş ve oturup uzun bir süre yazın gelmesini beklemiş.

                Yazın gelmesine yakın, penceresini açık tutmaya başlamış. Küçük kırlangıcın ona döneceğinden adı gibi eminmiş. Günler geçmiş ve yaz gelmiş. Oturduğu semte bir sürü kırlangıç gelmesine rağmen kendi kırlangıcı bir türlü gelmemiş. Yazın sonuna kadar penceresini açık tutmuş ama, kırlangıcı hiç görünmemiş. Gelen başka kırlangıçlara sormuş, kırlangıcı hiç gören olmamış. Sonunda danışmak, kendini rahatlatmak ve bilgi almak için bilge bir kişiye gitmiş, olanları anlatmış. Bilge kişi büyük bir sabırla bütün hikayesini dinlemiş. Sonunda gözlerini adama dikkatlice dikmiş ve büyük bir ciddiyetle şunu söylemiş:

              -İyi de evlat, kırlangıçların ömrü altı aydır…          

             Sevgili okurlar, hangimiz karşısına gelen fırsatları kaçırmadık ki… Bazen gururumuz, bazen düşüncesizliğimiz, bazen de işlerimizin yoğunluğu nedeni ile, penceremize gelen kırlangıçları ya görmemezliğe geldik ya da kovduk… İşte biz bu karşımıza çıkan, aslında hayatımıza olumlu olabilecek şeyleri fark etmezsek, ya da görmemezliğe gelirsek uçup giderler ve bir daha da asla geri gelmezler… Hayatta bazı insanlar vardır, karşımıza bir kez çıkar, değerini bilmezseniz kaçıp giderler ve bir daha geri dönmezler…

              Kırlangıçların ömrü bazı kaynaklarda 20 yıl, bazı kaynaklarda 4-6 yıl, bazı kaynaklara göre de 9 yıldır… Cemal Süreyya, kendine yedi kırlangıç ömrü kadar ömür biçmiştir ve 60 yaşında ölmüştür. Bir şiirinde şöyle yazar:

             Lokman şair senin hayatın

             Yedi kırlangıcın hayatı kadar

             Altısını ardı ardına yaşadın

             Bir kırlangıcın daha var

 

7 Şubat 2015 Cumartesi

Okulöncesi Eğitiminin Gerekliliği 4

OKULÖNCESİ EĞİTİMİN AMACI- “HEAT START” YAKLAŞIMI

                  Sevgili okurlar tekrar merhaba… İşte yine bir Cumartesi gününde sizlerle beraberiz. Hatırlayacağınız üzere sizlere, okulöncesi dönem çocuklarının eğitiminin gerekliliği üzerinde yazılar yazmıştım, bu konu hakkında daha düşündüğüm ya da okuduğum ve sizinle sohbet ortamımızda kullanabileceğim birçok ayrıntı olduğuna karar verip bu konuda sohbetimize devam etmek istiyorum…

                  Sevgili okurlar yapılan bilimsel araştırmalar ve eğitim alanındaki gelişmeler, çocukların ileri yaşlardaki hayata hazırlanmasında, sahip olduğu ya da kazandığı gizli yeteneklerin gelişip davranış skalasına dizilmesinde, okulöncesi eğitimin ne kadar gerekli ve önemli olduğunu açıkça göstermektedir. Okulöncesi eğitime devam eden çocukların, devam etmeyenlere göre zihin, psikomotor gelişimi ve sosyal yönden daha gelişmiş oldukları, ileriki dönemlerdeki öğrenim hayatında daha başarılı ve aktif oldukları ispatlanmıştır.Erken eğitimle özürlü veya geç algılayabilen çocukların bile normal çocukların düzeyine çıktıkları tartışmasız ortadadır. Şöyle ki;

                 Yıllar önce Dr. Montessori özürlü ve zihin olarak geri kalmış çocuklar üzerinde çalışmalar yapmış, uyguladığı yöntemlerle de son derece başarılı sonuçlar almıştır. O halde çocuklarımızı erken eğitmek sureti ile neden mevcut zihin seviyesinin üstüne çıkarmayalım ki?

                 Pek çoğumuzun sahip olduğu imkanlar, çocuğun sahip olduğu potansiyeli ortaya çıkarmaya yeterli değildir. Pek çoğumuzun bilgi ve eğitim düzeyi yeterli bile olsa, çocuğumuzu nasıl ya da hangi yöntemlerle eğiteceğimiz konusunda bir fikrimiz yoktur. Çünkü okulöncesi eğitim, günümüzde bir uzmanlık alanına dönüşmüştür. Dolayısı ile bizlerin, yani anne babaların, çocuklarının eğitilmesi ve gelişmesinde yetersiz kalması, görev ve sorumluluklarını yerine getiremeyeceği açıktır…

               Bazı ülkelerde okulöncesi eğitim, çocuğu ilkokula hazırlamayı amaçlayarak başarılı bir ilköğretim için gerekli bilgi ve becerileri kazandırmaya çalışırken, bazı ülkelerde çocuğun toplumsallaşmayı öğrenmesi, iyi alışkanlıklar kazanabilmesi hedef alınmaktadır. Bazı ülkelerde ise, okulöncesi eğitim bir yandan çalışan kadınların çocuklarının bakım problemlerini giderirken, diğer yandan da ülkenin temel yönetim ve hayat prensiplerini çocuğa erkenden öğretmeyi hedef almaktadır.

               Belçika , Fransa ve İngiltere’ de, okulöncesi kurumlarda çocuğa güvenli ve duygu olarak destek gördüğü bir ortam sağlanmasına çalışılmaktadır.

               Danimarka ‘ da da anaokulunun amacı, çoculara güvenli bir ortam hazırlamaktadır. Gerçekte bir oyun ortamı niteliği taşıyan ve çocuğun kişiliğinin gelişimini ve insanlararası ilişkilerde başarılı olmanın kurallarını öğretmeyi amaçlayan Danimarka anaokulları, ilkokula hazırlayan bir eğitim kurumu değildir.

               Japonya’ da ise okulöncesi eğitiminin amacı; eğitim, öğretimden çok, günlük bakım vermek ve çocuğun psiko-motor ve ruhi gelişimine yardımcı olmak şeklinde özetlenebilir.

              ABD’ de belli bir eğitim sistemi yoktur. Her eyalet kendine has bir sistem uygular. Yerel yönetimler çocukların eğitimi konusunda tedbir alma yetkisine sahiptir. 2. Dünya savaşından bu yana pek çok okul yetersiz çevre şartlarında yaşayan çocuklar için “HEAD START” programları uygulamaya başlamıştır. Bu programlarla sağlanan erken çocukluk eğitimi, ilkokul başarısını olumlu bir şekilde etkilemiştir…

            Sevgili okurlar, konularımız başka konulara bağlandıkça, bahsi geçen konu hakkında kısa bilgiler verip devam etmeyi daha anlaşılabilir bulduğumdan sizlere kısaca “Head Start” programını tanıtmayı uygun b uldum;

          Head Start yaklaşımının kurucusu Marian Wright Edelman’ dır. Bu yaklaşımın temel amacı, düşük gelir düzeyine sahip ailelerden gelen çocuklara sosyal ve eğitimsel fırsatlar sağlayarak, yoksulluğun olumsuz etkilerinin silinmesidir. Head Start programı; eğitim, sağlık, ebeveyn katılımı ve sosyal hizmetler olmak üzere dötr temel alandan oluşur.

           Sevgili okurlar, bugün de okulöncesi eğitimin gerekliliği üzerinde durduk ve dünyanın bazı ülkelerinin okulöncesi eğitimde amaçlanan hedeflerine değindik. Bu arada Amerika’ da 2. Dünya savaşından sonra ortaya çıkan bir kavramı “Heat Start” yaklaşımına değindik. Haftaya yeniden, kaldığımız yerden devam etme dileklerimle, hepinize sağlıklı, huzurlu ve mutlu bir hafta sonu geçirmenizi dilerim, hoşçakalın…      

       

5 Şubat 2015 Perşembe

Okulöncesi Eğitiminin Gerekliliği 3

BİR ÇOCUĞUN EĞİTİLMESİ BİR TOPLUMUN EĞİTİLMESİDİR                                                 

          Çocuğunu eğitmek isteyen bir anne, bu konuda fikir sahibi olmak ve bilgi almak üzere, İsviçreli eğitim reformcusu Johann Heinrich Pestalozzi ye sorar.

          “Çocuğum 4 yaşında,” der “onun eğitimine ne zaman başlamalıyım?

          Pestalozzi cevap verir:

          “Bayan eğer hala eğitimine başlamışsanız, 4 sene geç kalmışsınız demektir…”

          Çocuğun eğitimi için en uygun şartlar, ilk zamanlardan başlayarak sağlanmalıdır. Onun beslenmesi, yetişip sağlıklı büyümesi, önce çevresindeki nesneleri, sonra insanları tanıması, onlarla iletişim kurması için uygun şartlar sağlanmalıdır. Tüm bunların olması için de, öncelikle bilinçli anne babalar olmamız lazımdır…

           Evet çocuk eğitmek bir uzmanlık alanıdır ve ebeveynler çocuk eğitimini belli bir aşamasından sonra yetersizdir, fakat bilinçli olmadığımız için de eğitimin devamını tesadüfe bırakmamamız gerekir.

           Okul öncesi eğitimin önemi, daha net anlaşılmaya başladıkça, bu konu ile ilgili kitaplar, makaleler, dergiler ve hatta gazeteler basılmaya başlanmış, iletişim araçlarında, radyo televizyon ve internet ortamında bu konu ile ilgili bilgiler çok daha sık işlenmeye başlanmıştır.Eğitimciler de bu konu ile ilgili sürekli konferanslar yapmakta ve anne babaları aydınlatmaya çalışmaktadır. Sorumluluklarını bilen anne babalar, bu gelişmeleri elinden geldiğince takip etmelidirler. Ülkemizde de bazı üniversitelerde “okul öncesi eğitim öğretmenliği” bölümleri açılmış ve uzman okulöncesi eğitimcileri mezun olmaya başlamıştır. Bu üniversiteler sadece öğrencilerini yetiştirmekle kalmamalı, belli periyodik zamanlarda istekli anne babalara da konferanslar düzenlemeli ve bu eğitim kurumları sadece eğitim gören öğrencilerine değil, bütün topluma ulaşmalıdır. Unutulmamalıdır ki bir çocuğun doğru ve sağlıklı eğitilmesi, bir ülkenin geleceğinde etkin rol oynar…

             Sanayinin gelişmesi ve insanların ihtiyaçlarının artması ile birlikte, aileler küçülmüş, aileler geniş aile tipinden, çekirdek aile, yani sadece anne baba ve çocukların oluşturduğu bir yapıya sahip olmuştur

              Öte yandan kadının aile içindeki işlevi de değişmiştir. Daha önce ev işleri ile birlikte, çocuklara bakmak, onları besleyip büyütmek ve elinden geldiğince eğitmek misyonunu üstlenen anneler, önce ailenin geçimine katılmak için, meslek edinmek zorunda kalmışlar, sonra da öğrenme arzusu, sosyo-kültürel seviye, görev duygusu gibi etkenler kadını evin dışında çalışmaya sevketmiştir.    

              İşte bu şekilde annenin meslek edinmesi ve evde çocuğa bakacak kimsenin bulunmayışı, çocuğun kimin eline bırakılacağı sorunu, okulöncesi eğitim olgusunu ortaya çıkaran faktörler olmuştur.Çocukların bakımı ve eğitimi zorunluluğu, zamanla kreş, yuva, anaokulu ve anasınıfları gibi yerlerin açılmasına etken olmuştur. Böylece anne babalar da çocuklarını “emanet eşya” gibi, komşuya, ablaya, ya da aile bireylerinden birine verme yerine, hem bakılacağı, hem besleneceği ve hem de eğitim öğrenim görebileceği bir yere verme şansını bulmuştur.

               Kaldı ki okulöncesi eğitim kurumları, sadece çalışan anne babaların çocuklarının yararlanabileceği yerler değildir. Her çocuk gelişimi, eğitimi için okulöncesi eğitim sürecinden mutlaka yararlandırılmalıdır. Çocuk bu devrede ne tamamen ailede kalmalı, ne de sürekli okulöncesi kurumlarda bırakılıp anne babadan ayrı bırakılmalıdır. Bu dönemde aile ile kurum arasında sıkı bir işbirliği kurulması daha yerinde bir harekettir… 

               

Tatlı Dil

İNSANIN İLK ÖNCE ÖĞRENMESİ GEREKEN DİL TATLI DİLDİR

          Sevgili okurlar, bu haftaki Kıssadan-Hisse köşesinde sizlere, 1 Şubat 1999 da hayata gözlerini yuman, şarkıları ile  büyük küçük hepimizin gönlüne taht kuran, özlü sözleri ile hala daha kalplerimizde yaşayan, büyük sanatçı Barış Manço dan bir anı-hikaye paylaşmak istiyorum…

         Barış Manço Fransa da, bir televizyon programının canlı yayınına konuktur. Karşısında küstah bir spiker vardır ve Barış Manço ile program içinde dalga geçmektedir. Barış Manço ya ihtafen sürekli, “İşte Türk, yani barbar, vahşi vs…” demektedir. Barış Manço her zamanki hoşgörüsü ile karşılık vermiyor, sunucu ise Barış Manço nun suskunluğu karşısında ısrarla bu davranışını tekrar ettiriyor… Sonunda Barış Manço daha fazla dayanamaz ve spikere “Yanınızda kağıt para var mı?” diye sorar!

           Bu soruya spiker çok şaşırır ve “Evet, ama ne olacak “ der. Barış Manço ısrar edince, spiker cebindeki kağıt paraları çıkartır. Bu olaydan az önce Barış Manço canlı yayında “Anahtar” adlı şarkısını söylemiştir. Bu şarkının bir bölümü şöyledir: “Beş Akif- Bir Saat Kulesi, iki Kule- bir Fatih, beş Fatih- bir Mevlana, iki Mevlana- bir Sinan” (Barış Manço/ Anahtar şarkısı/ Darısı Başınıza Albümü/ 1992). 

            Bu şarkı bir matematik sorusudur ve şarkıda adı geçen kişiler, o dönemdeki Türk parası banknotlarının arkasına resimleri basılmış kişilerdir. Barış Manço spikerin verdiği paranın üstündeki kişiyi göstererek spikere sorar: 

            -Bu paranızda fotoğrafı olan kişi kim?

            Spiker şaşkın bir halde cevap verir:

            -General…

            Barış Manço, diğer paralardaki fotoğrafları olan kişileri de sorar, spikerin verdiği cevaplar hep aynıdır. ”General, Amiral, Komutan…” Spikerin bu “falanca General, falanca Amiral, falanca Komutan” cevaplarından sonra, bu sefer de Barış Manço cebinden Türk paralarını çıkarır…

 

              -Bu parada fotoğrafı olan kişi, Mehmet Akif Ersoy dur, şairdir… Bu fotoğraftaki kişi Mevlana dır, düşünürdür… Bu paradaki fotoğrafı olan kişi Fatih Sultan Mehmet tir, adaletin sembolüdür… Bu paradaki kişi ise, Atatürk tür, “Yurtta Barış Dünyada Barış” diyen kişidir… Bizim paralarımız bunlar, biz Türkler ince ruhlu, kibar, medeni insanlar olduğumuz için paralarımızın arkasına şairlerimizin, düşünürlerimizin, bilim adamlarımızın fotoğraflarını bastık… Siz Fransızlar kendiniz barbar, vahşi olduğunuz için paralarınızın arkasına hep savaş adamlarının fotoğraflarını basmışsınız! Der…

               Barış Manço nun bu müthiş cevabından sonra, televizyon yöneticileri canlı yayını keserler ve spikeri yayından alırlar. Yerine başka bir spiker gelir ve canlı yayın yeniden başlar. Yeni spiker Barış Manço dan ve Türklerden özür diler, programa böylece devam edilir…

               Sevgili okurlar, Barış Manço nun çoğu şarkısında gerçekten de bilmeceler, özlü sözler ve yaşanmış olaylar, tarihler vardır, Şarkılarının konularını hiç çekinmeden günlük hayattan da alabilirdi. Bu alınan olayları bizlere öyle güzel bir şekilde anlatırdı ki dinlemekten kendimizi alıkoyamazdık…

                Bu hikayeden de anlaşılacağı gibi hayata her zaman pozitif bakmayı seven bir yapısı vardı Barış Manço nun… “Bir gün ölürsem, öldüğüm günü değil, doğduğum günü hatırlayın” sözü bu düşünceyi pekiştirir niteliktedir. Hangimizin kulaklarında yok ki sesi Barış Manço nun? Televizyon programlarını kapatırken, “Barış Manço Moda 81300 İstanbul, tekrar ediyorum Barış Manço….. Moda… 81300 İstanbul” anonsunu hiçbirimiz unutamadık. Sizlere son olarak Barış Manço nun şarkılarında kullandığı ve söylediği özlü sözlerinden birkaç örnek vermek istiyorum:

                  -Her yeni doğan bebek, yeni bir dünya demek

                  -Şam ipeğinden burma giysen bile, zemzem suyuyla yıkansan bile, dünya ahiret bir keyif sürmek için, mutlak dökmeli helel alın teri

                  -Usta terzi dar kumaştan bol gömlek diker, doğrutartan esnaf rahat huzurlu gezer, eğrinin ve doğrunun hesabı mahşerde, dünyada biraz huzur herşeye bedel

                  -İnsanınöğrenmesi gereken ilk dil, tatlı dildir