Sevgili okurlar, bu hafta
sizlerle paylaşacağım hikayenin adı Gül Yaprağı…
Sanayinin gelişmesi ile birlikte toplumlar, sanayi toplumlarına
dönüşmekte, bunun bir sonucu olarak da herkes birbirine özensizce, sabırsızca
ve saygısızca davranmakta ısrar ediyor. Çünkü herkes kendi işini
yetiştirebilmek için adeta kendisiyle yarışıyor. Umarım bu yazıdan sonra
birbirimize davranışlarımız konusunda daha özenli olur, hayatta herşeyi daha
kendimizle barışık yaşarız. Çünkü kendisiyle barışık olan kişi, başkalarıyla da
uyumlu yaşar, başkalarının düşüncesine de saygı duyar… Evet hikayemiz şöyle;
Uzak
doğuda bir tapınak, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri konuk ediyordu.
Bu tapınağa kabul edilebilmenin şartı incelik, istediklerini konuşmadan
anlatabilmek, açıklayabilmek ve anlatılanı anlayabilmekti…
Bir gün tapınağın kapısına yeni bir
yabancı geldi. Yabancı kapıda sessizce durdu ve beklemeye başladı. Kapının
üzerinde herhangi bir zil, çan veya tokmak yoktu. Çünkü burada sezgisel
buluşmaya inanılıyordu. Bir süre sonra kapı açıldı. Kapıyı açan ermiş kişi,
kapıda sessizce bekleyen yabancıya dikkatlice baktı. Bu karşılaşmadan sonra
başını hafifce sallayıp selam verdi. Selamlaşmadan sonra, yabancıyla keşişin
sessiz konuşması başladı. Gelen yabancı, bu tapınağa girmek ve burada kalmak
istediğini anlattı sessizce…
Keşiş
bu mesajı alınca, bir süre ortadan kayboldu. Sonra elinde ağzına kadar suyla
dolu bir kapla geri dönüp, elindeki kabı yabancıya uzattı. Bu davranış, “yeni
bir ziyaretçiyi kabul edemeyecek kadar doluyuz” demekti.
Kabı alan yabancı, tapınağın
bahçesine doğru yöneldi. Güllerin olduğu alana gidip, aldığı bir gül yaprağını
içi su dolu kabın içine bıraktı ve bu kabı keşişe götürdü. Gül yaprağı, suyun
üzerinde yüzüyordu ve su taşmamıştı…
Bunu
gören keşiş, yabancının önünde saygıyla eğilerek kapıyı açtı ve onu içeri aldı.
Yerleri olmasa bile, suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı. Bu
sevgiydi, sevgiye her zaman yer bulunurdu…
Sevgili okurlar, çalışan toplumlarda bazı değerler maalesef yitip
gidiyor… İnsan maddi değerlerini dengede tutabilmek için çabalarken, manevi
değerlerini ya bitecek noktasına getiriyor ya da bir hayli yıpratıyor… “Eski
Türk Filmleri” nin belki de bizleri en çok etkileyen yanı bu… Eğer kendi
kendimize seyrediyorsak, aslında içimize dönüp, hep geriye ittiğimiz
değerlerimizi zihnimizde canlandırıyoruz, bu da bizi etkiliyor…
Ağzına kadar dolu bir suyun içindeki bir gül yaprağı olmayı ne zaman
denedik ki en son?
Suyu taşırmayan gül yaprağı olabilmek için
önce kendimizden başlamalıyız. Gereksiz endişe, korku, hırs ve kötülüklerden
uzak durmalıyız. İnsan elverdiği oranda endişe ve hırs yapar tabii ki… Bir şey
üretmenin, bir şey ortaya çıkarmanın temelinde bunlar yatar, ancak bunlar
gereksiz bir şekilde hayatımıza yön vermeye devam ederse işte o zaman manevi
gücümüzden ödün vermiş, kendi benliğimizi değiştirmeye başlamış oluruz…
Ne
yazık ki inceliğin ve saygının gittikçe azaldığı bir döneme doğru gidiyoruz.
Kendi korkularını, kötülüklerini ortaya çıkaran kişi, kendi öz değerlerini
keşfedemez. Kullanılmayan öz değerler de gittikçe kaybolmaya yüz tutar.
Kendisine ve başkalarına saygısı olmayan karmakarışık, sadece maddeye odaklı
topluluğa dönüşür olduk. Gül yaprağının hafifliğinin yerini, suyu dökenler
hatta kabı düşüncesizce kıranlar aldı. Belki de birbirimize davranışlarımızı,
sevgi saygı çerçevesinde ortaya döksek, daha huzurlu, daha neşeli, daha
hayattan zevk alan insanlar oluruz… Bu hikayeden sonra, önce çocuklarımıza,
sonra da sevdiklerimize daha içten, daha huzurlu yaklaşacağımıza inanıyorum.
Gelecek hafta görüşmek üzere, şimdilik hoşçakalın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder