28 Ocak 2015 Çarşamba

Gül Yaprağı

                Sevgili okurlar, bu hafta sizlerle paylaşacağım hikayenin adı Gül Yaprağı…
                Sanayinin gelişmesi ile birlikte toplumlar, sanayi toplumlarına dönüşmekte, bunun bir sonucu olarak da herkes birbirine özensizce, sabırsızca ve saygısızca davranmakta ısrar ediyor. Çünkü herkes kendi işini yetiştirebilmek için adeta kendisiyle yarışıyor. Umarım bu yazıdan sonra birbirimize davranışlarımız konusunda daha özenli olur, hayatta herşeyi daha kendimizle barışık yaşarız. Çünkü kendisiyle barışık olan kişi, başkalarıyla da uyumlu yaşar, başkalarının düşüncesine de saygı duyar… Evet hikayemiz şöyle;
                Uzak doğuda bir tapınak, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri konuk ediyordu. Bu tapınağa kabul edilebilmenin şartı incelik, istediklerini konuşmadan anlatabilmek, açıklayabilmek ve anlatılanı anlayabilmekti…
                Bir gün tapınağın kapısına yeni bir yabancı geldi. Yabancı kapıda sessizce durdu ve beklemeye başladı. Kapının üzerinde herhangi bir zil, çan veya tokmak yoktu. Çünkü burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu. Bir süre sonra kapı açıldı. Kapıyı açan ermiş kişi, kapıda sessizce bekleyen yabancıya dikkatlice baktı. Bu karşılaşmadan sonra başını hafifce sallayıp selam verdi. Selamlaşmadan sonra, yabancıyla keşişin sessiz konuşması başladı. Gelen yabancı, bu tapınağa girmek ve burada kalmak istediğini anlattı sessizce…
                 Keşiş bu mesajı alınca, bir süre ortadan kayboldu. Sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla geri dönüp, elindeki kabı yabancıya uzattı. Bu davranış, “yeni bir ziyaretçiyi kabul edemeyecek kadar doluyuz” demekti.
                  Kabı alan yabancı, tapınağın bahçesine doğru yöneldi. Güllerin olduğu alana gidip, aldığı bir gül yaprağını içi su dolu kabın içine bıraktı ve bu kabı keşişe götürdü. Gül yaprağı, suyun üzerinde yüzüyordu ve su taşmamıştı…
                  Bunu gören keşiş, yabancının önünde saygıyla eğilerek kapıyı açtı ve onu içeri aldı. Yerleri olmasa bile, suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı. Bu sevgiydi, sevgiye her zaman yer bulunurdu…
                  Sevgili okurlar, çalışan toplumlarda bazı değerler maalesef yitip gidiyor… İnsan maddi değerlerini dengede tutabilmek için çabalarken, manevi değerlerini ya bitecek noktasına getiriyor ya da bir hayli yıpratıyor… “Eski Türk Filmleri” nin belki de bizleri en çok etkileyen yanı bu… Eğer kendi kendimize seyrediyorsak, aslında içimize dönüp, hep geriye ittiğimiz değerlerimizi zihnimizde canlandırıyoruz, bu da bizi etkiliyor…
                  Ağzına kadar dolu bir suyun içindeki bir gül yaprağı olmayı ne zaman denedik ki en son?
                  Suyu taşırmayan gül yaprağı olabilmek için önce kendimizden başlamalıyız. Gereksiz endişe, korku, hırs ve kötülüklerden uzak durmalıyız. İnsan elverdiği oranda endişe ve hırs yapar tabii ki… Bir şey üretmenin, bir şey ortaya çıkarmanın temelinde bunlar yatar, ancak bunlar gereksiz bir şekilde hayatımıza yön vermeye devam ederse işte o zaman manevi gücümüzden ödün vermiş, kendi benliğimizi değiştirmeye başlamış oluruz…

                   Ne yazık ki inceliğin ve saygının gittikçe azaldığı bir döneme doğru gidiyoruz. Kendi korkularını, kötülüklerini ortaya çıkaran kişi, kendi öz değerlerini keşfedemez. Kullanılmayan öz değerler de gittikçe kaybolmaya yüz tutar. Kendisine ve başkalarına saygısı olmayan karmakarışık, sadece maddeye odaklı topluluğa dönüşür olduk. Gül yaprağının hafifliğinin yerini, suyu dökenler hatta kabı düşüncesizce kıranlar aldı. Belki de birbirimize davranışlarımızı, sevgi saygı çerçevesinde ortaya döksek, daha huzurlu, daha neşeli, daha hayattan zevk alan insanlar oluruz… Bu hikayeden sonra, önce çocuklarımıza, sonra da sevdiklerimize daha içten, daha huzurlu yaklaşacağımıza inanıyorum. Gelecek hafta görüşmek üzere, şimdilik hoşçakalın.                     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder