29 Ocak 2015 Perşembe

Gündem (Doç. Dr. Kudret Çağlar istifa etti)

Dr. Burhan Nalbantoğlu Devlet Hastanesi nde 11 sene hizmet veren Doç. Dr. Kudret Çağlar görevinden istifa etti… İstifa nedeni ise, daha doğrusu bardağı taşıran son damla ise, onkoloji ünitesi bulunmayan, Mağusa Devlet hastanesine “sürülmekti”…

           Sürülmek, bir kişinin isteği dışında, “dayatma” yoluyla onu başka bir yere görevlendirmedir sevgili okurlar. Hele ki orada yararlı olacağı, işini yapabileceği bir ortam yoksa. Bunun bir nedeni olmalı diye düşünmeli insan, herhalde olayların çok “dikine” giden,çok “çıkıntılık” yapan birini “sürerler” başka bir yere...

            Doç. Dr.Kudret Çağlar ın, 24 saat işinin başında olabilecek bir şevkle işini yaptığını herkes biliyor artık bu ülkede. Demek ki sorun iş savsaklama değil. Hatta, hastanede yaptığı iş yetersizmiş gibi, bir de özel televizyonda ve internet ortamında insanlara şifa olmaya çalışan birisi sayınKudret Çağlar…

            Böyle kendi kendisi ile yarış içinde olup kendini aşan bir doktorla, nasıl uğraşılır hiç anlamadım, anlamayı da şiddetle reddediyorum, çünkü görünen köy ortada, kılavuz istemiyor.  

            En basit örnekle, bir insanın Doçent Doktor olabilmesi için geçirdiği yorucu seneleri ve verdiği tezleri gözönüne alırsak, genel hastanemiz “pırlanta gibi” bir doktoru kaybetti, bu doktor bir de çocuk onkoloji servisinde görevli bir doktorsa…

             İki haftadır, Yeni Bakış gazetesine kültür sanat yazıları yazıyorum ve her yazımda çocukların bu ülkenin geleceği için çok önemli bireyler olduklarını, o nedenle bizlerin yani yetişkinlerin onları sağlıklı beslemek, eğitmek ve yarınlara hazırlamak olduğunu defalarca yazmış birisiyim. Peki sayın Doç. Dr. Kudret Çağlar ın istifasından en çok kimler etkilenecek, tabii ki yine çocuklarımız etkilenecek…

             Sayın doktorumuz Mağusa Devlet Hastanesine niye görevlendirilmiş, onu da zerre kadar anlamış değilim. Orada çalışabileceği bir ortam da yok, çünkü Mağusa Hastanesinde onkoloji servisi yok…

            Ben müzik öğretmeni olarak, sırf birilerinin “isteği üzerine” Yedidalga İlkokuluna verilip matematik öğretmek için görevlendirilmek gibi bir şey bu yapılan… Ben oraya gidersem ne yaparım biliyor musunuz sevgili okurlar; yan gelir yatarım. Evet ben bir öğretmenim, fakat keman nasıl çalınır, piyanoya nasıl oturulur, bu konularda kendimi uzman sayar, birisi fikir sorduğunda da saatlerce ona brifing verebilirim. Fakat iş matematiğe gelince, bilgim yok, uzmanlık alanım değil der geçerim…

             Ben müzisyensem, müzik dalında bir konuyla hizmet verebilirim, İbrahim Şevki nin “Umudu Yeşertmek” isimli şarkısını besteleyebilirim, böylece kanser hastası çocuklara bir umut olabilirim… Bu arada bu şarkıyı alıp dinlemenizi de öneririm, çok güzel bir şarkı oldu, Kemal Saracoğlu Kanserle Savaş Vakfında var, tüm satış hakları da orada. Sosyal sorumluluk projesi ile öyle bir çalışma yapmıştım, iki sene evvel…

             Çok sevdiğim, sesimi duyurmasam da sürekli takip ettiğim sayın Doç. Dr. Kudret Çağlar ın sırf bu ülke çocukları için, sırf bu ülkenin geleceği olan varlıkları için, istifasını geri almasını isteyen ilk kişi olmak istiyorum sevgili okurlar…

             Sizin gibi uzmanlaşmış, kendini insanlığa ve özellikle çocuklara adamış, beyefendi kişiliğinizle, sıcaklığınızla kendini insanlara sevdiren, değerli doktorlara bu toplumda çok ihtiyaç var sayın Kudret Çağlar…

             Kamuoyunun büyük bir çoğunluğunun, sizin görevinize dönüşünüzde hemfikir olacaktır, bundan eminim. Biliyorum, siz böyle yapmakla çok üzülüyorsunuz, ve son çare olarak da bu yola başvurdunuz, geri dönmek de sizin için çok daha fazla çalışmak ve yorulmak olacak, fakat durup bir düşünün lütfen, bu ülke çocukları için değmez mi?

             Bizlere bu ülke için hayatını adamış ve harcamış birini hatırlatıyorsunuz sayın doktorum; Doktor Fazıl Küçük ü… O da sizin gibi insanların ışık kaynağıydı…      

                 

             

           

28 Ocak 2015 Çarşamba

Gül Yaprağı

                Sevgili okurlar, bu hafta sizlerle paylaşacağım hikayenin adı Gül Yaprağı…
                Sanayinin gelişmesi ile birlikte toplumlar, sanayi toplumlarına dönüşmekte, bunun bir sonucu olarak da herkes birbirine özensizce, sabırsızca ve saygısızca davranmakta ısrar ediyor. Çünkü herkes kendi işini yetiştirebilmek için adeta kendisiyle yarışıyor. Umarım bu yazıdan sonra birbirimize davranışlarımız konusunda daha özenli olur, hayatta herşeyi daha kendimizle barışık yaşarız. Çünkü kendisiyle barışık olan kişi, başkalarıyla da uyumlu yaşar, başkalarının düşüncesine de saygı duyar… Evet hikayemiz şöyle;
                Uzak doğuda bir tapınak, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri konuk ediyordu. Bu tapınağa kabul edilebilmenin şartı incelik, istediklerini konuşmadan anlatabilmek, açıklayabilmek ve anlatılanı anlayabilmekti…
                Bir gün tapınağın kapısına yeni bir yabancı geldi. Yabancı kapıda sessizce durdu ve beklemeye başladı. Kapının üzerinde herhangi bir zil, çan veya tokmak yoktu. Çünkü burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu. Bir süre sonra kapı açıldı. Kapıyı açan ermiş kişi, kapıda sessizce bekleyen yabancıya dikkatlice baktı. Bu karşılaşmadan sonra başını hafifce sallayıp selam verdi. Selamlaşmadan sonra, yabancıyla keşişin sessiz konuşması başladı. Gelen yabancı, bu tapınağa girmek ve burada kalmak istediğini anlattı sessizce…
                 Keşiş bu mesajı alınca, bir süre ortadan kayboldu. Sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla geri dönüp, elindeki kabı yabancıya uzattı. Bu davranış, “yeni bir ziyaretçiyi kabul edemeyecek kadar doluyuz” demekti.
                  Kabı alan yabancı, tapınağın bahçesine doğru yöneldi. Güllerin olduğu alana gidip, aldığı bir gül yaprağını içi su dolu kabın içine bıraktı ve bu kabı keşişe götürdü. Gül yaprağı, suyun üzerinde yüzüyordu ve su taşmamıştı…
                  Bunu gören keşiş, yabancının önünde saygıyla eğilerek kapıyı açtı ve onu içeri aldı. Yerleri olmasa bile, suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı. Bu sevgiydi, sevgiye her zaman yer bulunurdu…
                  Sevgili okurlar, çalışan toplumlarda bazı değerler maalesef yitip gidiyor… İnsan maddi değerlerini dengede tutabilmek için çabalarken, manevi değerlerini ya bitecek noktasına getiriyor ya da bir hayli yıpratıyor… “Eski Türk Filmleri” nin belki de bizleri en çok etkileyen yanı bu… Eğer kendi kendimize seyrediyorsak, aslında içimize dönüp, hep geriye ittiğimiz değerlerimizi zihnimizde canlandırıyoruz, bu da bizi etkiliyor…
                  Ağzına kadar dolu bir suyun içindeki bir gül yaprağı olmayı ne zaman denedik ki en son?
                  Suyu taşırmayan gül yaprağı olabilmek için önce kendimizden başlamalıyız. Gereksiz endişe, korku, hırs ve kötülüklerden uzak durmalıyız. İnsan elverdiği oranda endişe ve hırs yapar tabii ki… Bir şey üretmenin, bir şey ortaya çıkarmanın temelinde bunlar yatar, ancak bunlar gereksiz bir şekilde hayatımıza yön vermeye devam ederse işte o zaman manevi gücümüzden ödün vermiş, kendi benliğimizi değiştirmeye başlamış oluruz…

                   Ne yazık ki inceliğin ve saygının gittikçe azaldığı bir döneme doğru gidiyoruz. Kendi korkularını, kötülüklerini ortaya çıkaran kişi, kendi öz değerlerini keşfedemez. Kullanılmayan öz değerler de gittikçe kaybolmaya yüz tutar. Kendisine ve başkalarına saygısı olmayan karmakarışık, sadece maddeye odaklı topluluğa dönüşür olduk. Gül yaprağının hafifliğinin yerini, suyu dökenler hatta kabı düşüncesizce kıranlar aldı. Belki de birbirimize davranışlarımızı, sevgi saygı çerçevesinde ortaya döksek, daha huzurlu, daha neşeli, daha hayattan zevk alan insanlar oluruz… Bu hikayeden sonra, önce çocuklarımıza, sonra da sevdiklerimize daha içten, daha huzurlu yaklaşacağımıza inanıyorum. Gelecek hafta görüşmek üzere, şimdilik hoşçakalın.                     

Okulöncesi Eğitiminin Gerekliliği 2

               Sevgili okurlar sizlere daha önceden de söz verdiğim gibi, işte bu güzel cumartesi gününde yine sizlerle beraberiz…
               Geçen hafta sizlere, hatırlanacağı üzere, okulöncesi eğitim kurumlarında müzik konusunu anlatmaya başlamıştık, bu hafta da aynı konuyu daha ayrıntılı olarak anlatmaya devam ediyoruz…
               Sevgili okurlar sizlere okulöncesi eğitim kurumlarında müzik dersinin gerekliliğinden önce, okulöncesi kurumlarda eğitimin zorunluluğundan bahsetmek istiyorum…
               Toplumumuzda görülen en önemli gelişmelerden birisi de okulöncesi eğitimdir. Son yıllarda okulöncesi eğitim alanında önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. Düşünsenize, birçoğumuz eğitim hayatımıza, ilkokul 1. sınıf programıyla başladık. Yakın zamana kadar eğitim yaşı okula başlama yaşı olarak bilinirdi ve daha önce çocuklara özel bir eğitim gösterilmezdi. Çocukların kişilik gelişiminin temelinde okulöncesi eğitimin önemli bir etken olduğunu bilen anne babalar çok azdı. Ama son 10 15 yıldır okulöncesi eğitim kurumlarının sayısı önemli ölçüde artmış ve hala daha da artmaya devam etmektedir. Bu da okulöncesi eğitimin gerekliliğine inanan anne babaların önemli ölçüde artmış olduğunun bir kanıtıdır.
                Evet, sizin de düşündüğünüz gibi, çoğu aile bunun bir sanayi toplumunda çocukların hem yetişip büyüyebileceği hem de beslenip bakılacağı bir ortam sonucu oluştuğuna inanır.Ancak şu da unutulmamalıdır ki;
                Her anne babanın da en büyük arzusu, çocuklarının hayatta daha sağlıklı, daha başarılı ve dolayısı ile daha mutlu olmasıdır.Fakat bu arzusunu gerçekleştirirken insanların kaçı yapılması gerekeni yerine getirmektedir? Acaba kaç anne baba çocuğunu tanımak, ilgilerini keşfedip geliştirmek, yeni bilgiler öğretmek için seferber olmak veya nesneleri kavratmak için yeterince meşgul olmaktadır? En basit olarak, kaç anne baba eve alınan ihtiyaçları listelerken çocukların da ihtiyaçlarını hesaba katmaktadır?
                 Çocuk toplumun geleceğidir. Her anne baba çocuğuna, tıpkı bir çiftçinin bir fidanı büyütürken gösterdiği, dikkat ve özeni göstermelidir. Daha da önemlisi bütün bunları yaparken, aynen fidandaki istenmeyen dalların budakların budanıp alınması gibi, çocuğun da istenmeyen hareketleri olumlu hareketlere döndürülmeli, ancak bunlar şefkat çerçevesinde yapılmalıdır. Yoksa fidanlarımıza bakmazsak ve onları doğanın bozucu etkenlerinden koruyamıyorsak o fidanlar sağlıklı büyümez ve meyve vermezler…
                 Yaşamın ilk yılları, öğrenmenin en yoğun olduğu yıllardır. Bloom’a göre, insan 17 yaşına kadar olan zihinsel gelişiminin % 50 sini 4 yaşına kadarki sürede edinmektedir.Çocuğun, okulöncesi eğitim yılları olan, ilk 5-6 yılı insan yaşamı için verimli yıllardır. Bu yıllar ziyan edilmemelidir. Çocuğun zihinsel, sosyal ve duygusal yaşamının kökleri bu devrede atılır, dolayısı ile kişilik tablosu bu devrede oluşmaktadır.Bu bakımdan hem okulöncesi eğitim kurumlarına, hem de anne babalara büyük sorumluluklar düşmektedir.
                 Çokça karşılaştığım bir soruyu sizinle de paylaşmak istiyorum, tanıdığım sevip saydığım, zaman zaman sohbet ettiğim çoğu anne babalar bana bu soruyu yöneltmiştir…
                 -Çocuğum müzik dersine kaç yaşında başlamalıdır?
                 Okulöncesi eğitimin belli bir zamanı yoktur sevgili okurlar… Evet çocuğun psikomotor hareketleri bazı müzik aletlerini çalmak için yeterli olmayabilir, ancak onlara daha kolay çalınan aletler verip, daha öncesi dinlemesini öğretip, müziği bir yaşayış biçimi olarak göstermeli ve müziğin çocukların hayatında büyük rol oynamasını sağlamamız gerekir…
                Çocukların eğitimi doğumla birlikte başlamaktadır sevgili okurlar… Hatta eğitimin anne karnında başladığını ileri süren eğitimcilerin olduğu bilinmektedir. Çocuğumuz doğmadan önce ona müzik dinletmemiz gerektiğini büyük bir çoğunluğumuz duymuştur. Bunu hepimiz sıkça duyduk eminim: “Mozart dinlet, çocuğun zeki olsun”
                Eğer bizler, eğitimin anne karnında başladığını ileri süren eğitimciler gibi düşünüyorsak, o halde bunun da doğru olduğuna inanmamız gerekir…
                Evet sevgili okurlar, köşe yazım dolduğu için bu konuyu gelecek hafta sizlere anlatmaya, sizinle sohbet etmeye devam edeceğim, gelecek hafta buluşmak üzere, şimdilik hoşçakalın…                 
                                 















            

Deniz Yıldızı

             Sevgili okurlar tekrar merhaba… Bugünden itibaren her perşembe günleri, gazetemiz “Yeni Bakış” ta, eğlendirici, düşündürücü ve ders verici olduğunu düşündüğümüz bir hikaye ile, “Kıssadan- Hisse” isimli köşede birlikte olacağız… Sizlerle ilk paylaşacağımız hikayemizin adı “Kendi Yıldızını Bulmak”… Zevkle okumanız, düşünmeniz, sevdiklerinizle paylaşmanız dileği ile…
             Bir zamanlar yazılarını yazmak üzere sürekli okyanus sahiline gidip oralarda kendi ile başbaşa kalan, aydın bir adam varmış. Çalışmaya başlamadan önce sahilde bir yürüyüş yapar, böylece yazacağını kafasında planlarmış… Bir gün sahilde yürürken plaja doğru baktığında, danseder gibi hareketler yapan bir insan silueti görmüş. Başlayan güne danseden biri olabileceğini düşünerek gülümsemiş ve ona yetişebilmek için adımlarını hızlandırmış. Yaklaştıkça bunun bir genç adam olduğunu ve dansetmediğini görmüş. Genç adam birkaç adım koşuyor, yerden bir şey alıyor ve yumuşak bir hareketle okyanusa fırlatıyormuş. Biraz daha yaklaşınca seslenmiş:
               -“Günaydın… Ne yapıyorsun böyle?”
               Genç adam durmuş, başını kaldırıp bakmış ve tekrar yaptığı işe dönerek cevap vermiş:
               -“Okyanusa deniz yıldızı atıyorum.”
               -“Sanırım şöyle sormalıydım,” demiş bilge adam… “Neden okyanusa deniz yıldızı atıyorsun?”
               -“Güneş çoktan yükseldi ve sular çekiliyor. Eğer onları suya atmazsam ölecekler.”
               -“Ama delikanlı, görmüyor musun ki kilometrelerce sahil var ve baştan aşağı deniz yıldızıyla dolu. Hiçbirşey farketmez.”
               Genç adam kibarca dinlemiş, eğilerek yerden bir deniz yıldızı daha almış ve dalgalanan denize doğru fırlatmış.
                -“Ama bunun için farketti.”
                 Bu cevap bilgeyi şaşırtmış. Ne söyleyeceğini bilememiş. Geriye dönmüş, yazısının başına geçmek üzere kulübesine gitmiş. Gün boyunca bir şeyler yazmaya çalışırken genç adamın görüntüsü gözünün önünden gitmemiş. Aklından çıkarmaya çalışmış bir türlü olmamış. Nihayet farketmiş ki, o koca bilim adamı, o büyük şair, bu gencin davranışının özünü kavrayamamış. Çünkü bu gencin aslında yaptığının evrende bir gözlemci olmayı ve olup biteni izlemeyi değil, evrende bir oyuncu olmayı ve bir fark yaratmayı seçmek olduğunu anlamış, utanmış. O gece sıkıntı içinde yatmış. Sabah olduğunda bir şey yapması gerektiğini bilerek uyanmış. Yataktan kalkmış, giyinmiş, sahile inmiş ve o genci bulmuş ve büyün sabahı onunla okyanusa deniz yıldızı atarak geçirmiş…
                Gelecek hafta başka bir hikaye ile “Kıssadan- Hisseye” köşesinde buluşabilmek ümidiyle hepinize mutlu, günler dilerim…








Okulöncesi Eğitiminin Gerekliliği 1

             Merhaba sevgili okurlar… Bugünden itibaren her cumartesi günleri, kültür ve sanat yazıları ile gazetemiz “Yeni Bakış” ta sizlerle birlikte olacağımı müjdeler, hepinizin keyifli ve huzurlu bir hafta sonu geçirmenizi dilerim.
              Mesleğim icabı konu seçimi yaparken, sizlere daha etkili ve verimli ulaşabilmek için, en güçlü olduğuna inandığım yönümü, yani pedagojik yönümü kullanmaya çalışacağım ve sizlere doğumumuzdan ta ölümümüze kadar, hayatımızın her evresinde iç içe olduğumuz bir konuyu, “müzik” konusunu anlatmaya çalışacağım…
              Bazı meslekler çok yönlüdür sevgili okurlar, aynı müzik biliminin de olduğu gibi… Bizler bu sayfalarda müziğin sözlük anlamını, ortaya çıktığı zamanı, ya da tarihsel gelişimini yazarak başlasaydık belki de çok klasik bir yazı ya da sohbet yapmış olurduk. Evet, ileride tabii ki bu konularla da ilgili yazılarımız, sohbetlerimiz olacaktır. Çünkü her bilim dalında olduğu gibi, müzik bilimi de ne kadar da çok yönlüyse, aslında içindeki konular o kadar birbirini tamamlar…
                Bizler bu sayımızda ve bundan sonraki birkaç sayı boyunca, müziğin okul öncesi yaşlardaki çocuklarda etkin olarak işlenmesi ve kullanılması konusunu işleyeceğiz…
                 Müzik Öğretmeni yetiştiren kurumlar, Eğitim Fakültelerine bağlı Müzik bölümleridir sevgili okurlar… Fakat Eğitim Fakülteleri Müzik Bölümlerinde sadece “ortaöğretim kurumları” için müzik öğretmeni yetiştirilmektedir… Öyleyse ilköğretim, ve daha da önemlisi okulöncesi eğitim boşluktadır. Çoğu kez de bu nedenle eğitim-öğretim yanlışlıkları yapılmaktadır… Bu konuyu genel olarak ülkemiz üzerine uyarlarsak, evet, bizim ilköğretime öğretmen yetiştiren bir eğitim kurumumuz var, fakat o kurumumuz ilköğretime ve okulöncesi eğitime “sınıf öğretmeni” yetiştirmekten öteye gitmez. Zaten o eğitim kurumumuz müzik, resim ya da spor öğretmeni, yani “branş öğretmeni” yetiştirmeyi görev edinmeye kalksa, okulun eğitim öğretim programlarının ciddi bir farklılıkla yenilenmesi, yani yapının olduğu gibi değişmesi gereklidir… “Branş” ismini verdiğimiz bu bölümler, ilgili okulun ek bölümleri olarak açılabilir. Bu sefer de ciddi bir eğitici öğretmen kadro boşluğu oluşur…
                  Görüldüğü gibi sevgili okurlar, mevcut bir düzenin üstüne başka bir düzen yaratıp uygulamaya koymak, “iğne ile kuyu kazmaya” benzer… Ancak şunu da belirtmekte yarar var; çok zor olsa da, asla doğru bir işi uygulamaya koymaktan vazgeçmemeliyiz, ondan dolayıdır ki bunun ileride doğru bir raya oturacağına kesinlikle inananlardanım… 
                   Marmara üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Müzik Öğretmenliği Bölümünü bitirip, askerlik görevimi tamamladıktan sonra, bir sene İstanbul daki bir ilköğretim okulunda müzik öğretmenliği yaptım… Zevkli olmasına rağmen, bu bendeki ilk “soğuk duş” etkisi yaratan yerdi… O yıllarda “çocuk gelişimi ve eğitimi”nin önemini, nasıl olması gerektiğini farkedebildiğimi, kavrayabildiğimi söyleyemem. KKTC Milli Eğitim Bakanlığına bağlı Gülenyüzler Anaokulunda “sözleşmeli müzik öğretmeni” olarak başladığım tarih de benim için ikinci bir sınav merkeziydi… Problem, ne memleketimden ayrı geçirdiğim zaman, ne de başka bir şeydi… Problem, benim ortaöğretim için müzik öğretmeni yetiştiren bir kurumdan mezun olmamdı… İlköğretim için veya okulöncesi eğitim kurumlarına müzik öğretmeni yetiştiren bir kurum da yoktu… Hala daha da yoktur. Teknik olarak zorlamam olanaksızdı, çünkü bir çalgıyı (Keman) ileri derecesine kadar öğrenmiş, sınıf çalgısı olan piyanoyu ve gitarı çalmayı geliştirmiş, ve sesimi etkin olarak kullanmayı okulda öğrenciyken öğrenmiştim… Sorun ilköğretim ve okul öncesi öğretimindeki çocuklara, nasıl ulaşacağımı, onlara müziği nasıl kavratabileceğimi keşfetmemdi… Bu problemimi, iyi saatte olsun, o zamanki Gülenyüzler Anaokulu okul müdüresi sn. Sevgi Konaç ve, şu anda Atatürk Öğretmen Akademisinde öğretim görevlisi olan yrd. Doç. Hasan Özder le aştım… Hatta işleri daha da geliştirip, üç yıl aynı anaokulunda çalıştım ve 2003-2004 öğretim yılında, ilk anasınıflar öğretmen el kitabı olan, KKTC Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı “Okulöncesi Eğitimi Öğretmen El Kitabı” isimli çalışmada, anasınıflara ve okulöncesi çocuklara müzik nasıl öğretilir, sınıfta müzik öğretmenlerinin ne yapmaları gerektiğini öğretici bir kitabın yazımında da yer aldım. 13 tane de okulöncesi çocuklar için yaptığım beste bu kitapta yer aldı… Bu da konuya ne kadar hakim olabildiğimin “tuzu biberi”ydi…
                   Üç sene içinde, okulöncesi cocuklara yönelik müzik çalışmalarını bu kadar geliştirmeme ben bile inanamamıştım, ama yaşadıklarımdan şunu çıkarmıştım; ciddi çalışılırsa, istenilen hedefe er ya da geç ulaşılır… Bu iki örnek okul, okulöncesi çocuklarının müzik etkinliklerini nasıl yapmaları konusunda önemli buluşlar kavramama ve gözlemleme yapmama çok yardımcı oldu ve o zamandan sonra esas mesleğimin bir kolu olarak “okulöncesi eğitim kurumlarında müzik nasıl öğretilir “ konusuna sürekli eğilmeme vesile oldu…  
                  Sizlere gelecek hafta, okulöncesi çocuklara yönelik müzik etkinliklerinden bahsetmeye devam edeceğim sevgili okurlar, şimdilik hoşçakalın, huzurlu ve neşeli hafta sonları dilerim…